Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

Şanssız, Kendine Özgü Bir Ülke  

                            

Bir ülke tanıyorum. Şanssız, çok şanssız bir ülke. Her yol ayrımında yanlış zarlar atmış, uydurma provokasyonlarla hem kardeş hem din kavgasına düşmüş, ayaklarına çelik halatlar bağlanmış, siyasal partileri koltuk kavgasıyla bölünmüş, iktidar hırsıyla ülkenin temellerinin sarsılmasına göz yummuş…

 

Bir ülke tanıyorum. Yaşadığım yıllar benim bu ülkeyle ilgili çok yaşamsal bir özelliği fark etmemi sağladı: “kendine özgü” bir ülke! Dünyadaki hiçbir ülkeye benzemiyor… Mesela, yönetenler sürekli olarak yaptığı suçları, yanlışları, yediği herzeleri düzetmeye çalışıyor. Çalıştıkça iyice batıyor, toplum da bir avuç insan dışında ses çıkmıyor. Toplum kültürünün o penceresi kapalı.

 

Bir ülke tanıyorum, eğitim tam bir yamalı bohçadır. İlkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun devlet, özel, vakıf türleri var. Öğrencilerine 12 yıl ne öğretiyor? İster PISA ister PIAAC sonuçlarına bakın. Şili ve Meksika olmasa dünya sonuncusu. Bir dilekçe yazamıyor. Okuduğunu anlamıyor. Ne öğreniyor? 5 adet test kutusuyla sınırlı karalamaca. Millî Eğitim, test kitaplarından değil ders kitaplarından çalışın diye on yıllardır mücadele ediyor ve dersler, testlerin önünde yenilip gidiyor. Bunlar fani işler ama ruhları güçlü öğrenciler yetiştiriyor mu diyeceğiz? Sayın Millî Eğitim bakanı, ‘tarikat, cemaat’lar/“STK”lar öğrencilerin dağa çıkmasını önlüyor.” diyor. Demek onlar olmasa dağa çıkan öğrenci yetiştirecek millî eğitim.

 

Bir ülke tanıyorum, toplumsal kargaşa açık olarak gazete ve televizyonlara yansıyor. Hiçbir uygar ülkede bu kadar kaza, kadın cinayeti, bu kadar yolsuzluk, bu kadar yasadışılık, kural tanımazlık, polis baskısı, suçlu gazeteci, hiç suçu olmayan politikacı, alay edilen politikacı var mı? Bunların çokluğu ülkeyi Avrupa’dan uzaklaştırdı. En iyi dostları, ülkede arsa ve bina alan petrol şeyhleri. (ülkenin 100. Yıl Kupası’nı Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde oynayacaktı. Yaşanan olayların ardından ülkeninCumhurbaşkanı ne demişti: Bunlar bizim en zor zamanımızda yanımızda durdular.”)

 

Bir ülke tanıyorum, kredi derecelendirme kurullarının son artırımına alkış tutuyorlar ama bu ülke yatırım yapılabilecek ülke konumundan beş basamak daha geride çırpınıyor. Bu arada Kuzey Irak’ta peş peşe çok sayıda şehit haberleri geliyor. Uzmanlar eleştiriyor, geçici üs bölgelerinin yanlış olduğunu, Ülkenin, kırk yıllık mücadelesinde PKK tehdidini bütünü ile bertaraf edemediğini, PKK’lilerin saldırılarına açık halde olduklarını yazıyor söylüyorlar. Pençe-Kilit operasyon stratejisinin mucidi olduğu söylenen Savunma Bakanından hiçbir açıklama gelmiyor. Konu ile ilgili Meclis’in toplanması, hükümetin Meclis’i bilgilendirmesi gerekirken normal bir demokrasi ve ülkede… Ama bu ülkede iktidarda oturanların hiçbiri asla yanlış yapmaz, asla hesap vermez… Her şeyleri doğrudur… Çaycısının bile… Milletin karşısında böylesine müthiş bir bütünleşik (yalandan örülmüş) duvar var.

 

Bir ülke tanıyorum. Bu ülkede cahil toplumun demokrasi hikâyesi seçimde bitti. 1950’den bu yana içini boşalttığı demokrasi kavramını, aynı şekilde içini boşalttığı “din”le birlikte, bu toplumun düşsel standartları olarak dayattı. Oy kaygısı nedeniyle toplumu kalkındırmak ve çağdaşlaştırmak yerine, dinin sömürülmesi yoluyla kitleleri uyutma yolunu seçti ve laiklik karşıtı bir tutum benimseyerek çağdaş olmaya sırtını döndü.. Hayalleri bir yana bırakıp acı gerçeği söyleyelim: bu ülkede halk tabanı etnik aşiretlerle, dini cemaatlerle varlığını sürdüren kul zihniyetinden ve kulluğun gerektirdiği çıkarcı onursuzluktan kurtulamadı. Büyük çoğunluk asla ötekini düşünen yurttaş, ortak yaşam alanı yurdunu koruyan ve kollayan birey olamadı… Emir komuta zinciri içinde, yani zorla erdemli davranıyordu. Özünde fırsatçıydı. Yasak emriyle sindirilmediğinde, hepsi ötekiyle dayanışmadan en fazla hısım akrabayı (nepotizm), cemaati ve aşireti anlıyordu. Bunun adı da sapkınlık, uygunsuzluk, olayların doğal akışını tersine çevirme çabası, tarihsel bir “anakronizm”, toplumbilim diliyle söylersek kısaca ve özetle yeni bir çağın ardında kalması gerekirken onun önüne geçmiş olan ülkenin ortaçağıdır.

 

Bir ülke tanıyorum. O ülkede her şeyin sonu, bütün kurumların kimliklerini yitirmesiyle geldi. Her kurumun adı var, bazen görkemli yapıları var. Ama etkinliği simgesel. Toplumsal cehalet temelde bu anlama geliyor. Büyük Millet Meclisi, başta AYM olmak üzere anayasal kurumlar, öğretim, sendikalar, demokrasi, hukuk, yasalarla ve uluslararası uygulamalarla tanımlanmış işlevlerini yerine getiremiyorlar. Politika dediğimiz sözde demokratik mekanizmanın, halkı yalanla avutuyor. Ülkede demokrasi, politikacılar arasında oynanan oyunun adına indirgenmiştir. Demokrasi insanlar arasında eşitlik olduğunu ifade eder. Bu adaletin de tanımıdır. Adliye saraylarında, sokaklarda, alanlarda “Şeriat isteriz”“Yaşasın şeriat” nidalarıyla ülkedeki yaşanan gelişme,  toplumunu bugünkü kaosa getiren ve Cumhuriyetin bütün kazanımlarını yok eden bir ters mekanizma sonucudur. Uygarlığın geldiği aşamada bu durum utanç vericidir, ayıptır, yüz kızartıcıdır.

 

***

Evet, 85 milyon nüfuslu ile bu koca ülke bizim ülkemiz. Peki, neden hep çaresiziz ? Neden sürekli debelenip duruyoruz?

 

Bunun bir nedeni yeni olanı taşıyan kesimin kategorik olarak ‘liyakat zaafı’ çektiği varsayımının yaygınlığıdır. Modernlik genelde dindarların rasyonalitenin gerekleri karşısında aciz kaldıkları kabulünü üretti. Pozitivizmin zihinleri ele geçirdiği Türkiye’de bu kabul latent bir oryantalizmin de zemini oldu. Sonuçta ‘yeni’ olanın İslami kesim tarafından gerçekleştirilebilme ihtimali, hafsalaya sığmayacak bir anakronizm olarak algılandı. Muhafazakâr temsilciler kravat takıp, AVM ve şekilsiz gökdelen dikmeyi becerdiler ama hukuk bilincine, demokrasi kültür ve geleneğine sahip olmadıklarından çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasiyi inşa etme erdemini gösteremediler.

 

Platon şöyle buyurur:

 

“Demokrasinin esas prinsibi, halkın eğemeliğidir. Ama milletin kendini yöntecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanmazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.”

 

Bilge insan Doğan Kuban Hoca da yıllar önce yazdığı “Akıl ve Oy” başlıklı yazısında şöyle buyurur:

 

“Düşünme insan işidir, fakat her insan düşünmez. Akıl, ayırt etme, düşünme, bilinç, bellek. İnsanoğlunun eşsiz ve yapısını yeni öğrenmeye başladığımız, beyin denen mücevher biyolojik bilgisayarının olanak verdiği yetenekler. Düşünme insanın en büyük yeteneği; ama bilgiyle beslenmeden sadece hayvanlara egemen olmaya yarar.

 

Koca ülke neden debeleniyor? Çünkü yaşam düşünce odaklı değil, nesne odaklı. Onu bu hale getiren toplumsal cehalet. Türkiye büyük bir yalan ortamında yaşıyor. Buna olanak veren, toplumun cehalet mirasıdır. Bu da kavramsal düşüncenin gelişmemiş olmasından kaynaklanıyor. Düşünenler çoğalmadı ve utanmıyoruz. En çok ölüleri ve cenazeleri, camileri ve AVM’leri, borsaları ve gökdelenleri, yolları ve sarayları ve de otomobilleri düşünüyoruz. Bu tablo bile bir komplo görünümü veriyor. 700 yıllık bir cehalet banyosunun tarihini de yazıyoruz. Çağdaş hiçbir ülke cahil kadrolarla idare edilemez. Bu, miadı dolmuş bir uygulamadır. İyi bir eğitime dayalı uzmanlık, bütün hükümet kadrolarının vazgeçilmez ilkesi olmalıdır. Geleceğin dünyasında yaşamanın vazgeçilemeyecek ilkesi budur. Kazanana ödül vaat eden politik sistem çürümüştür. Öğretim, çağdaş standartlara göre düzenlenmek zorundadır. Bu düzeyin altında kalan ancak yakın geleceğin kölesi ve canlı bombası olabilir.”

 

Ne dersiniz? Haksız mı?

 

***

Kimse, bu düzenek hep vardı, yine var, diyerek bu olanı sıradanlaştırmamalı. Evet, hep vardı, her dönemin, her iktidarın bu tür bir sistemi oldu. Ancak bu kez, karşı ağırlık yok, toplumun tepki imkanı yok, kısmi temizlik, sorgu araçları yok, yargı yok, hukuk yok. Ve ne yazık ki, artık ortada savunulacak bir cumhuriyet ve korunacak bir rejim de yok. Sadece bir cumhuriyetçi bir atmosfer ve tarihin ruhu var. Türkiye iki çağ arasında adeta salınan, yön uygusu kaybetmiş bir ülke durumunda. Bir taraftan seçim yenilgisinden sonra dağınıklık görüntüsü, siyasi travma ile birleşerek “Modernleşmeci otoriter” bir mirastan demokrasi söylemine evrilmeye çalışan, bütün bileşenleriyle felce uğramış güçsüz bir muhalefet ve alabildiğine demokratik bir söylemden “muhafazakâr otoriterleşme”ye dönüşen ve “Şahsım Devleti Rejimi”ne evrilen, “muhalefetsiz kapıyı açmaya çalışan” bir AKP iktidarı. Sonucu ise TBMM’nin ve “siyaset” yapma imkânının tümüyle rafa kalktığı bir zorbalık ve yıkım ortamıdır. Dolayısıyla bu rejim yıkılmadan bu ülke yoluna devam edemez. Eğer yıkılmaz ve ortaçağ dönemindeki siyasal ve dinsel egemenlik olgusunun yaşanmasına engel aşılamazsa, Türkiye içine doğru büzülerek küçülecek, kapanacak ve kendi karanlığında boğulma tehlikesiyle kalacaktır. Tarihin yasası da çağrısı da budur.

 

Bu nedenle, önümüzdeki günler/aylar siyasetin sokakta yapılacağı ve ülkenin kaderinin yaşamın sıcak pratiğinde belirleneceği bir dönem olacaktır. Muhalefetin artık iktidarın demokrasiyi hiçe sayan diktatoryal politikasına karşı sessiz kalmayacağını ve baskıcı yöntemlere karşı sokağa inerek demokratik direniş hakkını kullanacağını Tandoğan mitingle karar vermişti. Sonradan Irak’ın kuzeyinden gelen şehit haberleri üzerine mitingi iptal etmişti. Özgür Özel’in etken politikayı meydanlara inme yerine ikame etmesi vazgeçilmemesi gereken bir tutumdur. CHP bu tutumundan vazgeçmemeli. Artık Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlık yolunu benimseyerek laik, demokratik ve çağdaş Türkiye’yi yeniden inşa etmesini büyük bir sabırsızlıkla bekliyoruz!

 

Önümüzdeki dönemin çok daha tehlikeli gelişmelere yol açmaması için muhalefetin sokağı kullanmasının önüne geçmeyi hedefleyen iktidarın baskı yöntemlerine başvurmaması gerekmektedir. Bütün bu tehlikelerin atlatılmasının çaresi demokraside aranmalıdır. Toplumsal barış ve ulusal daynaşma hepimizin yaşam ilkesi olarak benimsenmeli, korunmalı ve güçlenmelidir. Bu hepimizin yurttaşlık ve insanlık borcumuzdur.

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 19 Ocak 2024

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER