Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Sanatçı ‘Yandaş’ Olamaz!

Yandaşsa Sanatçı Olamaz “Güce

Yandaşsa Sanatçı Olamaz

“Güce yaslanmak ve gücü beslemek sanatın doğasına aykırı” diyen İrfan Değirmenci, ‘başkanlık sistemi’ referandumuyla ilgili görüşünü belirten ‘Hayır’ tweet’i nedeniyle başlayan yeni yaşam sayfasına dair konuşurken, ‘yeni’ Türkiye’nin ‘yandaş’ kimliğinde yükselen ‘yeni’ kalabalığı için de sessiz kalmadı…

Röportaj: Tamer Yazar

Ekranlardan tanıdığımız, Haber Sunucusu ve Gazeteci İrfan Değirmenci, cesur kelimelerini paylaştığı ‘Bir Uyuyup Uyanalım’ adlı kitabı ile eldeki Türkiye tablosuna fısıldarken, önce “düşünün” dedi… Derken de ekledi… “Nefret suçlarının kurbanlarını düşünün. Önyargıyla yaklaşılanları düşünün. Ötekileştirilenleri düşünün. Dışlananları, kovulanları, ayrımcılığa ve haksızlığa uğrayanları düşünün. Haklıyken haksız konuma düşürülenleri, kapının önüne konulmak istenenleri düşünün… Yeterince düşündüyseniz okumaya başlayabilirsiniz. Uykunuz geldiği anda, hiç çekinmeyin, kitabı bir kenara koyup gözlerinizi yumun. Bir uyuyup uyanalım, her şey daha güzel olacak, biliyorum…”
Eldeki bu ‘sorguyu’ bugün sahnelere de taşıyan ve 2 perdelik müzikli tek kişilik gösterisi ‘Anne Ben Artist Oldum‘ ile Antakya sahnesinden herkese bir kez daha ‘merhaba’ diyen Değirmenci ile bir araya geldik ve yeni Türkiye’den damlayanların biriktiği yerde oluşan yeni fotoğraf karelerine dair konuştuk. Başlayalım mı?

‘Anne Ben Artist Oldum’ adlı oyun için daha birkaç gün önce Viyana’daydınız ve şimdi de Türkiye’de, Antakya’da, ki bu trafik daha da sürecek… Tüm bu koşuşturmacaya sığan 2 perdenin yorgunluğunu kapatan enerjiyi nereden buluyorsunuz?

Ben bir sahne sanatçısı değilim. Tiyatro oyuncusu da değilim. Yaptığım da bir tiyatro oyunu değil aslında. Ama bir derdim var ve dertleşmek istiyorum. Dolayısıyla, ben buna daha ziyade ‘sohbet’ diyorum. Müzikli sohbet… Ben anlatıyorum, ki seyirci de katılırsa daha keyifli oluyor.
Dertleşiyoruz ama, derdim sadece kendime dair değil tabi ki… Bu ülkenin tüm işsizleri, görüşünü açıkladığı için işinden olanları, sadece muhalif duruşu yüzünden bir gecede yayınlanan kararlarla çalıştığı akademinin kapısının önüne konulan akademisyenleri, bu ülkede yıllarda okuduğu bölümle ilgili mesleği yapma şansı edinememiş pek çok üniversite mezunu, bu ülkenin mağdur edilmiş gençleri adına bir şeyler söylüyorum. Seyirciler de gittiğim her yerde bana katılıyorlar.
Şu ana kadar sadece bir oyun oynadık yurt dışında. Şimdilik sadece Viyana’ya gittik. Ama Almanya ve İngiltere’ye de gideceğiz. Oradaki vatandaşlarımızla da bir araya geleceğiz. Belki de oralardan bakınca Türkiye daha farklı görünüyor. Ama biz, içinde yaşadığımız durumu anlatıyoruz. Aslında Türkiye’nin her yerine gitmek istiyoruz. Ancak sahne bulmak kolay olmuyor, ki sahne bulabildiğimiz her ili geziyoruz.
Peki, bu kadar gezecek enerjiyi nereden buluyoruz? Şöyle ifade edeyim… Bir öfkemiz var! Haksızlığa uğradığımızı düşünüyoruz. Bir taraftan yaşam devam etmeli ve üretmeye de devam etmeli insan… Bu açıdan ‘söz’ söylemeye devam etmek istiyoruz. Oyunlarda da bunu söylüyorum! Eğer televizyonlar ‘yasaksa’ sahnelerde, sahne bulamaz isek çağrıldığımız şehirlerin meydanlarında, ama bu da olmazsa… Bizi davet eden güzel ailelerin evlerinin kapıları önünde ve o da yasaklanırsa, pencereden yarı belimize kadar sarkarak konuşmaya ve hayatımıza sahip çıkmaya devam ediyoruz. Ben, bu gözle bakıyorum.

“Şöhret olma ve şöhretle baş etme” üzerine kurgulanmış bir oyunun sahnesinden insanlara bakarken, onlara aslında bu oyunla vermek istediğiniz asıl mesaj nedir?

Bu oyunla onlara vermek istediğim asıl mesaj… Şöhret bugün gelir, yarın gider. Popüler kültür dediğimiz şey şu ki, insan televizyonda değilse ölmüş muamelesi yapabiliyorlar. Oysa ki televizyona çıkmasanız da çıkartılmasanız da hayat devam ediyor. ‘Söz’ söylemek isteyenler de ‘sözünü‘ söyleyecek yeni mecralar bulabiliyor. Aslında, yalan makinesine dönüşmüş televizyonların sistemin içinde yarattığı geçici sabun köpüğü şöhretlerdense, halkının sorunlarına tercüman olarak halkıyla bir ilişki kuran ve o sağlıklı ilişkiyi de yıllar boyu devam ettirebilen çok önemli aydınları var bu ülkenin. Asıl olarak onlardan biri olabilmek önemli. Yoksa televizyon ekranlarında bir görünüp bir kaybolan ve ‘şöhret eşittir para’ , ‘para eşittir başarı’ diye düşünenlerden olmak istemiyoruz. O yüzden de insanlara bunu anlatıyorum. ‘Televizyonda değiliz ama, daha ölmedik’ diyorum.

Şöhreti’ anlatan biri olarak, şöhretli biri misiniz sizce?

Şöhretli miyim? Belki, televizyonda haber sunarken olmadığım kadar şöhretliyim. O gözle bakacak olursak… Hatta beni yolda çevirip cesaretimden ötürü ‘teşekkür’ eden, destek olan ya da ‘Sizinle aynı görüşte değilim ama, en azından kendi görüşünüzü dile getirdiniz, bravo’ diyen bir çok insanla karşılaştık son 9 ay boyunca, işsiz kaldığım son dokuz ay boyunca! Sanırım bu da eskisinden daha ünlü olduğumuzu gösteriyor… Ama dediğim gibi, o ‘ünün‘ neye yaradığı ya da ne için kullanıldığı çok önemli. Yoksa ‘şöhret eşittir banka hesabındaki para’ diye düşünürseniz, orada bir problem var demektir. Tabi parasız da dönmüyor dünya. Hatta diyorlar ki, ‘Adama bak, krizi fırsata çevirdi…’ Ama bu durum, bizim yaşam savaşımız, yaşam mücadelemiz. Çalışmak zorundayız.
Ben, İletişim Fakültesi ‘Gazetecilik’ bölümünde okudum. Televizyon habercisiyim. Televizyonlarda şu an için yer bulamadığımdan dolayı, başımıza gelenleri biraz da ironik bir dille, trajediyi komediye çevirmek gibi, seyircilere anlatıyorum ve onlarla paylaşıyorum.

16 Nisan’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı Referandumu’yla ilgili olarak ‘Hayır’ oyu vereceğinizi duyuran konuşmanızla beraber hayatınız ekranlardan sahnelere taşındı desek, yanlış olur mu?

Referandum ile ilgili görüşümü, çalıştığım ekranda değil, kendi twitter hesabımda attığım mesajlarla duyurdum. Ama o mesajları atmak dahi, Türkiye’de ‘güce yaranmaya çalışan’ sermaye tarafından sistemin dışına itilmenizi de beraberinde getiriyor. Ama bizim derdimiz ve mücadelemiz de bu sistemle. O sistemin içindeyken de, yıllar boyunca sabah haberi yaparken de söyleyecek sözümüzden hiç çekinmedik. Gezi’de çocuklar sokakta ölürken, ‘ana akım’ dediğimiz medyanın göbeğinde herkesin hayretle izlediği o yayınları yaptık. Ekranlardan gerçekleri anlattık. Belki de var olan sistemden dışlanma süreci da bizler için asıl olarak o gün başladı. Ama dayandık, dayanabileceğimiz yere kadar.
Şu an sistemin kendisine baktığınız zaman, sistemde bir problem olduğunu artık herkes görüyor ve söylüyor. ‘Haber Bülteni’ adı altında izlettirilen şeyler aslında ‘haber’ değil. O yüzden, bu proje, ‘Anne Ben Artist Oldum’, buna karşı bir duruş. Tabi ‘Artist’ olduğum falan yok, ki bu da kolay değil. Ama çaresiz kalan bir insanın kendisi için yarattığı bir ‘çıkış yolu’ diyelim.

Bu olaydan sonra politik yanınızı, en azından kamuoyu nezdinde özgür bıraktınız. Peki, bu özgürlüğü paylaştığınız noktalarda size ulaşan toplumsal tepki ya da etki ne oldu?

Aslına bakarsanız, bu olayla beraber politik görüşüm daha geniş kitleler tarafından görüldü sanırım. Ancak her daim bir politik duruşum oldu. Ekrandayken de, muhabirlik yaparken de, yaptığım haberlerle de o politik duruşu yansıttığımı düşünüyorum. Öyle ki, bazen sokaktayken yanıma teyzeler geliyor, ‘Ah evladım, keşke politikaya bulaşmasaydın da seni televizyonda izlemeye devam etseydik‘ diye. Ama ben de diyorum ki, ‘Politikaya bulaşmadım, o gelip bana bulaştı… Ben de karşı bir politika geliştirmezsem, hayatta ve ayakta kalamayacağım teyzeciğim’ diyorum. Onlar da, ki anladıklarını düşünüyorum, ‘Hayırlısı olsun’ deyip gidiyorlar. Ama durumumuz da özetle böyle. Biliyorsunuz, o 80 sonrası, çocukluğunu-gençliğini yaşayan 12 Eylül sonrası kuşak hep apolitize olmakla suçlandı. Ancak bunun artık bu şekilde devam edemeyeceğini bizlere önce ‘Gezi’ gösterdi. Sonrasında da yaşadığımız bu karanlık tablo, kendisini siyasetten hep uzakta tutmaya çalışanlara aslında ne kadar siyasetin içerisinde olması gerektiğini anlattı.

“TV haberciliğine zorunlu bir ara verdim, ama aktivistlik baki” şeklinde bir ifadeniz var. Peki, sahne de bu ‘aktivist’ alanların mesaj noktalarından biri mi?

Tabi ki… Mesela oyunumuzun ikinci perdesinde tamamen yaşam tarzına vurgu yapıyoruz. Ve orada, ‘Ne giydiğime, saat kaçta sokağa çıkacağıma, kimi seveceğime ve nasıl yaşayacağıma ancak ben karar veririm’ mesajının altını kalın çizgilerle çiziyoruz.
Bu ülkenin en yaşamsal sorunlarından biri, biliyorsunuz, kadınların cinayete kurban gitmesi. Bu ülkede, kadınlar, erkek şiddetine kurban gidiyorlar ve maalesef ki bu suçları işleyenlerin sırtı sıvazlanıyor bu memlekette. Bu sezon 30’dan fazla oyun oynadık ve salonlarımızı dolduranların yüzde 75’ine yakını kadın. Bu ülkenin cesur kadınları. Düşünün ki; bir tiyatro, bir söyleşi ya da bir gösteri izlemeniz bile sizin muhalif olarak damgalanmanıza yetebiliyor. Özellikle de taşrada, küçük kentlerde bu oyunu izlemeye gitmiş diye size bu yaftayı yapıştırabilirler. O nedenle burada asıl olarak seyirci cesur. Asıl olarak onları tebrik etmek lazım. Hem oyuna geliyor hem de oyunu ayakta alkışlıyor bu ülkenin cesur kadınları. Sadece bu gösteriyi düzenleyen, bu söyleşiyi yapan adamı değil, aslına bakarsanız sesini yükselten herkesi alkışlıyorlar. Çünkü çok birikti, çok fazla birikti ve artık sesin yükselme zamanı da geldi.
Daha fazla susma zamanı değil artık. O yüzden de konuşan birini gördükleri zaman hoşlarına gidiyor sanırım ve ayakta alkışlıyorlar. Bu da benim hoşuma gidiyor.

Türkiye’de politik yanını sizin gibi özgür bırakan muhalif çizgili sanatçıların kalabalığı kadar, ciddi de bir yandaş sanatçı kalabalığımız var. Sürecin beslediği bu kalabalık için ne söylersiniz?

Yandaş ise eğer, ‘Sanatçı‘ olamaz. Ancak ‘tüccarlık’ yapar. Ya da sanat tacirliği yapmaya çalışıyordur. Kendisini bir şekilde etiketleyip, iktidara ve güce olan yakınlığını kullanarak para kazanmaya çalışıyordur. Ben bu gözle bakıyorum. Çünkü sanatın kendisi muhaliftir zaten. Bir sanatsal yaratı olup bitenlere muhalif değilse, sorgulamak lazım o sanatçının duruşunu. Yani iktidara ve güç odaklarına sırtını yaslayarak yaptıkları üretimin de aslında ne kadar kısır olduğunu televizyon dizilerinden, çekilen filmlerden görebiliyoruz. Çünkü güce yaslanmak ve gücü beslemek sanatın doğasına aykırı.

‘HAYIR’ dediniz, ama ‘EVET’ kazandı. EVET’in Türkiye’sindeki tablo size ne anlatıyor?

Bence ‘HAYIR’ kazandı. Ben öyle görüyorum. Bir kere sorun da orada. Her gittiğim yerde de onu söylüyorum. Bu ‘keloğlan’, bir garip ‘İrfan’, 16 Nisan’a giden süreçte oyunun rengini açıklamış ve o gece sandıktan ‘HAYIR‘ çıktığını bilen ve buna inanan milyonlarca vatandaştan biri olarak ayın 17’sinde Yüksek Seçim Kurulu’na itiraz dilekçesi-şikayet dilekçesi vermeye gitmişken, Ankara’da herkes çoktan 2019 seçimlerini –‘EVET’ çıktığı varsayımından yola çıkarak-tartışmaya ve konuşmaya başlamıştı bile. Sorun da burada! Aslında var olmayan bir sonuç üzerinden inşa edilmiş bir süreci yaşıyoruz. İşin tuhaflığı da burada. Her gariplikten de bir komiklik çıkarmış ya aslında! Gülüyoruz biz de bu ağlanacak duruma. Çünkü kendimi çok yalnız hissettim o süreçte. Bir başıma mücadele ediyorum gibi hissettim, ki muhalefeti de bunun içine katarak söylüyorum… O gece çıkan sonuca dair daha yüksek bir sesle muhalefette bulunmalıydılar. Öyle ki, herkes kabul ederek 2019’a hazırlanmaya başladı, ‘önümüze bakacağız’ denilerek. Peki, bir sonraki seçimlerde yine mi ağlayacaklar ‘sandıklara sahip çıkamadık’ diye? Açıkçası, çözümün, sağlam duruşlar olduğunu düşünüyorum. Çözümün akıl olduğunu düşünüyorum. Akla uygun olmayan şeyler yaşanıyor memlekette ve bu da zaman zaman komik, hatta trajikomik olabiliyor. Sahnede anlatılan da tam olarak bunun öyküsü.

Bir açıklamanızda, işsiz bırakıldıktan sonra, insanlardaki korkuyu ve cesaretsizliği daha net gördüğünüzü söylediniz. Bugüne dair mücadeleniz de buna mı dair?

Evet… Bir parça daha cesarete ihtiyaç var memlekette. Düşünün ki, ben kendi meslektaşlarımdan bile, hatta toplumda-kamuoyunda muhalif görüşü ile bilinen-tanınan meslektaşlardan yeterli desteği dahi göremedim ben. Herkes kafasını kuma gömdü. Telefon etmeyi bırakın, nezaketen bile bir tweet mesajı atamadılar. Benimle aynı kurumda çalışan ve muhalif diye bilen pek çok insan, kendileri de belki işlerini kaybetmekten korktular. Dolayısıyla, ne iş yaparsa yapsın, insanların biraz daha dürüst ve biraz daha cesur olması gerektiğini düşünüyorum. Her şeyden evvel kendilerine karşı dürüst olmalılar. Çünkü şu ana dek başımıza ne geldiyse iki yüzlülükten geldi.

Bugüne baktığınızda, ‘HAYIR’ ile başlayan sürecin pişmanlığını hiç hissettiniz mi?

Hayır… Bu kararıma dair hiçbir pişmanlığım yok. O, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik noktalarından, karar anlarından biriydi. Orada takınılması gereken tavrı takındığımı ve gösterdiğimi düşünüyorum. O yüzden, hayır, hiçbir pişmanlığım yok.

Son olarak… Sahnede gülümseten, ama söyledikleriyle de çokça düşündüren biri olarak, ‘umut’ eden ve yaşanan kıştan bahara çıkmak isteyenlere ne söylemek istersiniz?

Bahar geliyor… Bahar yakın… Bunu hissediyorum. O nedenle umudu hep korumak gerekiyor.