Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

KENDİME DOĞRU BİR YOLCULUK

Ukrayna asıllı Rus yazarı Nikolay Gogol’nın ( Les Âmes mortes) Ölü Canlar (Sosyal Yayınları, 1983) romanında geçen bir cümle 40 yıldır hiç hatırımdan çıkmadı:  Ünlü yazar şöyle diyor : Benim bütün hayatım mücadeleyle geçti. Dalgalar arasında savruldum durdum.

 

Hayat, genellikle düz ve engelsiz bir yol gibi akıp gitmez. Aksine; dik yokuşları, dar patikaları ve aniden karşımıza çıkan engelleriyle inişli çıkışlı bir yolculuktur. Bu engelleri aşmak, zorluklarla başa çıkmak, hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Her birey, kendi yaşam serüveninde bir şekilde bu temel mücadeleyle yüzleşir. Hedeflere ulaşma arzusu, ayakta kalma çabası, zorlukların üstesinden gelme gayreti, yaşamın kendisini oluşturur. Bu, kesintisiz bir süreçtir; bir mücadelenin sonu, çoğu zaman bir diğerinin başlangıcına kapı aralar.

 

Bu durum, hepimizin ortak deneyimidir. Herkes kendi payına düşen mücadeleleri yaşar ve hayatın getirdiği öngörülemeyen dalgalarla karşılaşır. İnsan, bu dalgaların içinde ayakta kalmak için çabalar; bazen direnir, bazen de akışa teslim olur. Ancak her iki durumda da mücadele, varoluşun temel dokusunu örmeye devam eder.

 

Hayat, bir anlamda, bu hiç bitmeyen mücadele ve dalgalar arasındaki uzun, sabırlı bir yolculuktan ibarettir. Önemli olan, dalgaların içinde kaybolmamak, mücadeleyi bırakmamaktır. Çünkü her yeni dalga, hem bizi sınar hem de daha derin bir güç kaynağına ulaşmamıza vesile olur.

 

Büyük Alman yazarı Franz Kafka, “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen bir balta olmalı.” diyor ya,  Orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelen Gogol’nın romanını bu son günlerde tekrardan okuyunca içimdeki denize bir balta girdiğini hissettim ve içime doğru bir yolculuk yapma arzusu doğdu. Dolayısıyla bugünkü yazımda, her zaman olduğu gibi, güncel siyasal/sosyatal konulu bir yazı yazmayacağım; okurlarımın affına sığınarak biraz kendimden söz edeceğim.

 

***

Bir garip hikâyedir Âdem. Cennetten hüzne düşmüştür. O, dünya sürgünü içinde, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Âdem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Ana vatana dönünceye kadar da bu gurbet, bu hüzün, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder.

 

Akıyoruz, hiçbir yeri doldurmadan öylece akıp gidiyoruz. Bir yolculuk içindeyiz, yoldayız, yoruluyoruz. Var oluş kaygısı kendi olma ya da olmama kaygısı içinde bir şeyin peşindeyiz.

 

İnsan, tek başına yola çıkar, hakikate yol alır, başlı başına bir aleme dönüşür. Işıklara, bin bir renkli dünyalara tebessüm eder, yolda aydınlanır, Fransızların değimiyle “boş şişesini doldurma”ya çalışır, parıltılı dünyadan sade ve sahici olana yönelir.

 

Yol umuda atılan adımdır, ucu sonsuza açılır. Bir yol vardır uzar gider içimize. Düştüm peşine, düşüverdim dünyaya. Yürüdüm, koştum, düştüm, kalktım, tekrar düştüm, kalktım yine. Yunan mitolojisindeki kaya parçasını tepeye varmasına bir parmak kala tekrar aşağıya doğru yuvarlanan ve onu defalarca terler içinde tepeye çıkarmaya çalışan Sisypus’u yaşadım.

 

Sahip olduklarımla elimden gelenin en iyisini yapmaya ve sahip olduğum fırsatlardan en iyi şekilde yararlanmaya devam etmeye kararlıydım. Hayat asla mükemmel olmayacak ve ben de olmayacağım. Ama ne olursa olsun, anlarda güzellik olduğunu zamanla öğrendim – beni hiç olacağımı düşünmediğim yerlere götüren yollarda bile. Hiç düşünmesem de bunlardan zevk almak bana kalmıştı. Hepsini içime çekecek ve mutluluğu dışarı çıkaracak kadar güçlü, yeterince cesurdum. Eğer olacaksa, bu bana bağlı. Ve ne kadar acı verse de kafiyeyi ve nedeni bulmayı seçiyordum. Bir gün beni yıkmaya çalışan dağların başında duracağıma inanıyordum.

 

İtiraf etmeliyim. Bir an daldım. Bir çıkamadım. Kırk kapıdan geçtim de bir kapıdan çıkamadım. Yola çıkamadım. Uzun bir süre boyunca anavatana dönemedim. Aylar, mevsimler, yıllar geçti üzerimden gurbet elde. Selamet kuşlarına aldırmadım. Durmamam gereken yerlerde sual edindim durdum. Yetinmek gerekti, yetinemedim. Hikâyemde saadetler olsun istedim, dağlara tırmanmak istedim, ayaklarımda yazgının güzelliği olsun istedim. Yol kat etmekti, uzaklara gitmekti tek muradım. Cihanda ev edinmek için süründüm. Ölmek gerekti ulaşmak için, vusul için dağları aşmak gerekti. Önce üniversite anfi sıralarında, sonra öğrencilerin önünde unvanlarda, konferanslarda, bir yarış içinde yaşadım bir “Ömür dediğin” hayatı. Ömrüm gönlümü susatmıştı. Gönlümü bir sonsuz bahar kuşatmıştı. Razılıklardan geçtim de geldim.

 

***

1948’in sonbaharında, doğmuşum. Rahmetli annem, zeytin toplama zamanı olduğu için “zeytin ağacı altında doğdun” derdi. Evimize yaklaşık 100 km uzakta, Süriye sınırlarına yakın Altıözü Kusery bölgesinde bir köyde, dedemden kalma zeytinlikleri toplarken dünyaya gelmişim. Bunun için Garip ismimi koyduğunu söylerdi annem. Yıllarca annem ile Fransa’dan yapmış olduğum telefon görüşmelerimde de “Garip doğdun Garip kaldın Yavrucuğum!” haykırışlarını yap duyardım.

 

Ana dilim Arapça. Köyümde yaşayan herkes gibi. Hayata gözlerimi açtığımda etrafımda Arapça kelimeler uçuşuyordu. O zamanlar hayatın tüm alanlarında Arapça kullanılıyordu. Okur yazarlığı olmayan annemin sevgi sözcükleri, çifçi babamın güven veren ses tonu, kardeşimin sesleri, oyunları ve komşuların zaman zaman kavgası ile tüm dinlerin ve her kökenden gelmiş insanın huzur ve barış içinde yaşadığı Antakya’nın – son depremde yerle bir olan, bu son iki yıldır her tarafı inşaatlarla yeniden ayağa kalkmaya çalışan – Armutlu, Elektrik ve Çekmece mahalleleri üçgeninde büyüdüm. Arap, Kürt, Türk, Ermeni, Çerkez, Alevi Sünni, Hristiyan arkadaşlarım, yoldaşlarım oldu. Daha doğrusu ben onların ne olduğunu bilmeden, merak etmeden onlarla büyüdüm. Düğünlerde Arapça şarkıları dinleyerek oyunlar oynadım ve Debki (halaylar) çektim. O eski Çekmece köyümün ortasından geçen nehrin sularında yüzdüm, kıyısındaki kumlarda arkadaşlarımla çaput topla oynadım. Kavgalarımı ve ilk aşklarımı da bu dilde yaşadım. Arapça düşünüyor, Arapça rüya görüyor ve Arapça ile hayal kuruyordum.

 

5-6 yaşlarında bir çocukken evimizin yakında bulunan tuğla fabrikasında çalışırdım. Sonra rahmetli Abdo abim beni oradan çıkardı, ilkokula girebilmem için yaşım büyütürdü (böylece resmen 31 Mayıs 1947 doğumlu oldum; doğum günümü kutlayanlar sağ olsunlar da, gün de sene de yanlıştı!) ve Armutlu Mahallesindeki Şükrü Kanatlı ilkokuluna kaydettirdi. Böylece, ilk olarak 7 yaşında, ilkokula başladığımda Türkçe ile karşılaştım. Türkçe benim için yabancı bir dil idi. Elbette okulda Arapça konuşmak yasaktı. Öğretmen bizi Arapça konuşurken yakaladığında veya sınıf başkanı bizi Arapça konuşurken duyup ismimizi tahtaya yazdığında dayağı yiyor, şanslıysak sadece azarla geçiştiriyorduk. Şaşkındım. Ana dilim bir anda suç unsuru olmuştu. Belli bir süre sonra onu ret etmeye başladım. Aksi takdirde öğretmenim beni sevmeyecekti. Garip bir ruh hali idi. Annem neden Türkçe bilmiyor diye ona içten içe kızmaya başlamıştım.

 

Ortaokul ve lise eğitimi için her gün Çekmece köyümden yürüyerek – kışın çamurda, yağmur altında – Antakya’nın merkezindeki okullara gittim. Her gidişimde babam ya da annem, memleketimin çoğu anne babası gibi; “oğlum şehirde Arapça konuşma sakın!” diye tembihlerlerdi. Zira Arapça konuştuğumda ayrımcılığa tabi tutulacağıma inanıyorlardı. Kendi deneyimleri onlara bunu öğretmişti. Liseyi bitirdiğimde Türkçeyi hala akıcı bir şekilde konuşamıyor, kalabalık ortamlarda konuşurken sıkılıyor, kızarıyor ve zaman zaman tıkanıyordum. Dilim bağlı gibi hissediyor ve bazen elimde olmadan cümlelerim arasına Arapça kelimeler katıyordum.

 

***

Sonra gençliğimin en dalgalı uzak denizlerine açıldım Liseyi bitirdiğimde. Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği Yurt Dışında Eğitim Sınavlarını başarı ile geçip Yüksek tahsilimi yapmak için Fransa’ya geldim. Paris’teki elçiliğimize bağlı Öğrenci Müfettişliği, Fransızcayı öğrenmek için ilk etapta bizi ‘Paris’te Aliyans Fransez’e, daha sonra da Tours şehrindeki ‘Enstitü dö Touren’ dil kursu kurumlara yönlendirmişti. Dil eğitimi için bize tanılan belirli bir süreçten sonra da Lisansa başlamak için üniversite tercihini de bize bırakmışlardı. Ben de Bordeaux’ya gitmeyi tercih etmiştim.

 

İlk iki yılı Bordeaux üniversitesinin Yüksek Matematik Bölümünde geçirdikten sonra, İktisadi ve sosyal görüşlere sahiplenmenin de anlamlı olacağını düşündüm ve aynı üniversitenin İktisat Fakültesi Ekonomi/Ekonometri bölümüne kaydım; 1977’de mezun oldum.

 

Yüksek Lisans ve Doktoramı Dijon Üniversitesine bağlı ‘Ekonomiye Uygulamalı Matematik Enstitüsü’nde yaptıktan sonra tekrar Bordeaux’ya geri döndüm ve Lisansımı bitirdiğim üniversitede araştırma görevlisi olarak akademik hayatıma başladım. Daha sonra da gereken sınav ve idari görev aşamalarından geçip, 35 yıla yakın akademisyen kariyerimi Bordeaux Üniversitesinde, 2000’li yılların başında, yaklasık 5-6 öğretim yılını da İstanbul Galatasaray Üniversitesinde yaptım; bütün öğrencilerimi çok sevdim; klişe olsun diye değil, gerçekten sevdim. Bertrand Russel’in değimiyle; “Üç tutku, basit fakat ezici derecede kuvvetle hayatımı ellerinde tutmuştu; sevgiye olan özlemim, bilgiyi araştırma merakım ve insanlığın çektiği acı için duyduğum tanımlanmayacak kadar büyük bir merhamet.”

 

Böylece, hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hala ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey…

 

Yaz tatillerinde her yıl doğup büyüdüğüm Antakya’ma gittim/gidiyorum. Telefonda aile büyüklerimle sürekli Arapça konuşmaya devam ettim. Bunun keyfini yaşadım. Dünyanın bütün dilleri güzeldir ama en güzeli anadildir. Ana kucağı gibi sıcaktır, ana şefkati gibi sevgiyle sarar, kol kanat gerer, en güvenli limandır anadil, sığınaktır… Her bir sözcüğü, her bir sesi birbirinden güzel renklerle yaşamımızı süsler, vazgeçilmezdir, tatlıdır ana aşı gibi, güzel bir sevdadır anadilim aşk gibi… Biliyordum ki ana dilimi hayatımın bir parçası olarak tutmazsam buharlaşıp gidecekti. Kısıtlı kelime hazinesi olan köy Arapçamı zenginleştirmek için kendi kendime Arapça okuma ve yazmayı öğrenmek istedim. Suriye’de savaş çıkmadan önce, yaz tatillerinde memlekete gelişim sürecinde, birkaç kez çocuklarımla Suriye’ye gittim ve Antakya Arapçası ile orada iletişim sorunu yaşamadığımı görünce sevindim. Bu durum ana dilimi koruduğumun ispatı idi.

 

***

On yıl önce emekliğe ayrıldıysamda, son iki-üç yıl öncesine kadar uluslararası üniversitelerde (Kuzey Kıbrıs, Bosna Hersek), öğretim yılının kıssa zaman dilimlerinde, Yüksek Matematik dersilerini vermeye devam ettim. VOVİD-19 Pandemi sürecinden bu yana kendi iç dünyama çekilip; geçmiş zaman hatıraları içinde dolaşıp doğru mu yaşadım, yanlış mı? Neler öğrendim hayattan? Ve neleri bir türlü anlayamıyorum? Ya da anlasam bile yapmam gerekenleri bilemiyorum, beceremiyorum?

 

Bu soruları soruyorum kendime.

 

Cevap ararken Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın,“Ömrüm boyunca insanların, düşüncelerin, kültürlerin, ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini hedefledim” cümlesini anımsadım. Başvurduğum akıllı kaynaklardan biri de, şair, romancı, Brezilyalı Mário Raul de Morais Andrade’nın, “Olgunluğun Kıymetli Zamanı” (Le temps précieux de la maturité) adlı kıymetli kılavuzundan şu satırlar geldi aklıma:

 

“Olgunluk tezahür etmeye başladığında, yıllarımı saydım ve bundan sonra, yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim. Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum: Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince, şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum… İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık. Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı…  İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce “oldum” demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum. Asıl olan, yaşamı (yaşamak için) değerli kılmış eylemlerinizdir. Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum. Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var. Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar. Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır. Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her hâlukarda oraya varacaksınız…”.

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

Bordeaux, Cuma 8 Ağustos 2025

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER