Hiçbir dönem ve koşulda Samandağ, etnik, dinsel ayrımcılığın, nefret söylemlerinin, ötekileştirmenin, provokasyonların, “galeyana getirilen bir halkın” kenti olmadı ve OLMAZ! Öncelikle, halkın kendisi buna izin vermez!
Samandağ halkı, tarihsel ve güncel koşullarda daima; barışcıl, farklı kültürlerle bir arada ve eşit yaşam geleneği ve duyarlılığına, yakınlığına ve özgürlük bilincine sahip olagelmiştir! Bu yaşam geleneğini içselleştiren, düşünüş ve davranış biçimi olarak, nesilden nesile aktaran ender topluluklardan biridir!
Hatay halkının tümünde hakim olan bu barışçıl ve eşitşlikçi yaşam geleneği; Türkiye siyasal tarihinin en büyük kırılma dönemlerinde, en acılı süreçlerin (1979-1980 Maraş, Çorum, Malatya vb. katliamların, 93 Sivas Madımak Katliamı, Başbağlar, 95 İstanbul Gazi, 2013 Reyhanlı Katliamı vb.) yaşandığı koşullarda dahi, Hatay’ın tüm farklı din, inanç ve etnik yapısıyla, barış ve huzur içinde yaşamasını sağlamıştır!
ÇARPITILAN GERÇEKLİKLER ve “NEFRET SÖYLEMİ”
Deprem sonrasında, özellikle Antakya, Defne ve Samandağ ilçeleri, tüm ilçe alanını kaplayan birer büyük TOKİ inşaat şantiyelerine dönüşmüş bulunuyor. Samandağ’da bu inşaatlarda çalışan işçilerin fiili saldırganlığa dönüşen taşkınlıklarının artması, halkın ortak yaşam alanlarında bıçaklı dolaşmaları, sataşma ve tacizlere varan davranışları halkta büyük rahatsızlık yarattı. Benzer olayların artması; (21 Temmuz 2025 tarihinde, bu işçilerin karıştığı maddi hasarlı bir trafik kazasında tarafları ayırmaya çalışan Samandağ’lı bir kişinin bu işçilerden biri tarafından bıçaklı saldırı sonucu öldürülmesi, sözlü ve fiili taciz iddialarının artması, 8 Ağustos tarihinde deniz sahilinde bir parkta halka yönelik sataşmalar ile çıkan tartışmada, bir kişinin bıçaklanması sonrasında gelişen süreç, olay yerinden kaçan işçilerin bulunduğu yerin önünde halkın toplanmasına ve kitlesel bir tepki eylemine dönüştü!
Bu süreç ve olaylar zincirini; fiili ağırlık, sistematik nitelik, oluş biçimi, unsurları ve sonuçları ile gerçek bağlamından kopararak, bunları görmezden gelerek, farklı çıkarımlar için kullanan kimi anlayışlar ve kurumlar, işçilerin “Kürt” olmasından hareketle, halkın tepkisini “Kürt karşıtlığı” üzerinden tanımlama yoluna gidiyor! Bu anlayışların “süregelen ezberleri” üzerinden “geleneksel siyasal söylem” kolaycılığıyla yaptıkları, gerçeğe uymayan bu açıklama ve beyanları, asla kabul edilemez!
Samandağ Halkını; bilimsel olarak tarihsel bağlamları belirleyici olan, hukuksal, siyasal, sosyopsikolojik, antropolojik yönleriyle üzerinde en çok yazılan, araştırmalara en çok konu olan, unsurları da gayet açıkça anlaşılır, öğrenilir ve o nedenle çok özenli, dikkatli kullanılması gerekli ‘linç” kavramıyla, “ırkçılıkla”, “şovenizmle” anmak, asla doğru ve gerçekçi bir yaklaşım değildir! Başlı başına, Samandağ Halkına yapılmış bir etnik ayrımcılık ve NEFRET SÖYLEMİDİR! Aynı zamanda, siyasal hukuksal bir kavramı doğru kullanıma zorunluluğu ve etik sorumluluğun ihlalidir!
Samandağ halkı, kadim tarihten bugüne , tarihin hiçbir döneminde “linç” eylemini fail olarak deneyimlememiştir! Kitlesel ya da bireysel olarak, bir insanlık suçu , bir öldürüm, zorla yerinden etme fiilinin eylemcisi, iştirakçisi, faili olmamıştır! Bu halk; ne Sivas Madımak Oteli’nin önündeki o cihatçi selefi güruh, ne Gazi Mahallesinde insanlar üzerine rastgele ateş açan besleme faşist çeteler, ne Kırşehir ‘de, sahibi kürt olduğu için Gül Kırtasiye ‘yi yakan şoven, etnik milliyetçi katillere benzer! Bu katillerin anıldığı kavramlarla Samandağ halkını yan yana anmak, böyle nitelemek; kasıtlı yapılan bir kötü niyetlilik değil ise, bu ayrımın nasıl yapılacağını bilmeyen bir anlayışın “bir dil ve anlatım” hatası olabilir! İkincisi olmasını diliyorum.
Samandağ halkına yöneltilen bu “nefret söylemi” ve suçlamanın , “emek ve emekçiye “ sahip çıkma söylemi üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılması, Samandağ halkının emek mücadelesi ve sömürüye karşı haklı mücadele tarihi karşısında, ayrıca trajik bir ironidir.
Daha da trajik olan ise, böyle bir açıklama örneğinin İHD gibi, Türkiye Hak Savunuculuğu geleneğinin eylem, fiili deneyim ve yazılı birikim olarak en köklü kurumunun Hatay’ daki temsilcilerinden gelmiş olması. Türkiye’de, her insan hakları savunucusunun, bilinci ve eylemliliği ile içinde olduğu, herkesi birleştiren, her siyasal dönem koşullarında insan onuru savunusunu kararlılıkla sürdüren (benim bir akademisyen olarak özellikle 2010 yılında Hüsnü Öndül ile birlikte, İHD bünyesinde İnsan Hakları Akademisi’ni kuranlardan biri olmak, bu akademinin tüzüğünü ve ders programını yazmış olmak ve bünyesinde defalarca ders vermekle övünç duyduğum) bu kurum temsilcilerinin, böylesine gerçek dışı duygusal anlayışa savrulmuş olmaları ve yerel basın kuruluşlarını “insan haklarını ihlal eder şekilde” hedef göstermeleridir!
ORTAK SORUMLULUK BİLİNCİNİN GEREKLERİ!
Hepimiz; ülkede, bölgede ve coğrafyada; içinden geçilen siyasal, sosyoekonomik, jeopolitik ve stratejik gelişmeler ile burnumuzun dibinde gerçekleşen emperyal bölüşüm savaşları sürecinde hangi provokasyonların yaratılabileceğini, halkın siyasal, demografik, tarihsel, kültürel, sosyopsikolojik sinir uçlarıyla oynanabileceğini, bunlardan neyin amaçlanabileceğini, tehlikenin büyüklüğünün ne olduğunu kavrayacak zekadayız! Bu durum her birimize; duygusal değil, akılla davranma; olaylar karşısında çıkarımlarından, sosyopsikolojik, “algısal, duygusal ” çözümlemeler yaparak, bir tarafın yanında durarak değil; “olguları” sağlıklı, tarafsız daha da özenli ve objektif değerlendirme ve koşulların bilgisiyle davranma, böyle davranışlar geliştirme sorumluluğu getiriyor.
6 Şubat Depremi sonrası bölgede çok ciddi insansal ve yapısal sorunların yaşanmakta olduğu, halkın barınma ve mülkiyet sorunlarının belirsizlik ve keyfilik içinde, “hukuksuz” bir süreç ile çözümsüz bırakıldığı, mülkiyetlerin ellerinden alındığı, kamulaştırmasız el koymaların sistematik hale geldiği, tarım alanlarının inşaatlara açıldığı, “mülksüzleştirme” ile halkın yerinden, fiilen edilmek istendiği bir süreç yaşanmakta! Hukuki güvenliğin ortadan kalktığı, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlığı altında, kişi ve yaşam hakkı konusunda her bireyin kendini güvensiz duyumsadığı koşulların oluştuğu böylesi ortamda, halkı, bir de “fiili güvensiz” hissedecekleri koşullara sürükleyecek, böyle etki yaratabilecek her türlü açıklama, davranış ve girişimden özellikle kaçınılmalıdır.
Büyük birer şantiye alanına dönmüş yaşam alanlarında; ( Hatay’da, işsizlik ciddi bir sorun olmasına karşın , inşaat ihaleleri neden özellikle il dışındaki firmalara verildi sorusu halen tartışma konusu oluşturuyor!) inşaat firmalarının il dışından getirdiği sayıları yedi bini bulan işçilerin haklarını savunmak, emek sömürüsüne karşı çıkmak, yaşanan durum ile ilgisi olmayan, ayrı bir konudur! Kısa ve uzun vadede; çok farklı olan bir yaşamsal kültür, giyim, düşünme, algılama, eğlenme, kadın erkek ilişkileri davranış ve alışkanlıkları olan bireylerin, aynı olan ama “ortak olmayan” bir kamusal mekanda, halkla karşılaşmaları, bu karşılaşmadan çıkan suç nitelikli uyumsuzluk, farklı bir durumdur! Bunların yaşanmamasını sağlayacak ortak kamusal alan inşa etmek için, yapısal koşulların oluşmasına ilişkin politikaların, programların oluşturulmasını talep etmek de, yaşananla ile ilgisi olmayan, bağımsız bir mücadele alanıdır!
*Yazar, Hukukçu/Akademisyen

YORUMLAR