Etiğin, estetiğin, hukukun, her şeyin ötesinde olma hâli siyasetten kültüre her alanı etkilemekte ve toplum bireyle olan sosyal bağını kopararak anomik bir yapıya dönüşmekte. Modern sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen, öğrencilik ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux Üniversitesi’nde 1887’de çalışmaya başlayan, Fransız sosyolog Émile Durkheim’ın “Suicide” (“İntihar”, Pozitif Yayınları) isimli kitabında kavramlaştırdığı anomi kavramı toplumsal bir hastalık olarak kural tanımazlığı ifade eder. Başka bir ifadeyle, toplumsal yapıdaki normlar ve kuralların işlevini yitirmesiyle ortaya çıkan başıbozukluk, dengesizlik ve karmaşa durumu anomiye tekabül eder.
Bireysel davranışları tanzim edici sosyal ahlak normlarının alt üst olmasını ve davranışlar üzerinde müessir kuralların bulunmamasını ifade eden anomi halinde toplumsal dokular gevşer, maşeri vicdan derinden yaralanır, doğru-yanlış konusunda ahlâkî rehberlik kaybolur ve nihayet yön yitimi kaçınılmaz olur.
Anomi hâlinde, haksız, hukuksuz ve adaletsiz yönetim sonucunda, sosyal kimlik bireysel düzeye inerek ufalanır.
Anomi, kanun, hukuk, düzen yokluğu anlamına gelmekte. Hukuk, etik ve ahlak dışlandığında toplum hastalanır, dayanışma kaybolur. Davranışları biçimlendiren ve idealleri inşa eden değerler sistemiyle bireyler arasındaki ilişkiler altüst olur.
Türkiye bu anomi hâlini yaşamakta.
***
Gezegenin yaşadığı iklim değişikliği gibi ülkenin toplumsal iklimi de değişiyor. Türkiye’nin bugünkü havası rutubetli bir küf kokusu gibi: Her yere sinmiş, fark etmeden içimize işliyor. Bu ağır hava, uzun süredir biriken vasatlığın eseri. Toplumsal psikolojimizi beş kelimeyle tarif edebilirim: Ortak ufkun kaybolması, kimliklere sıkışma, kutuplaşmaya teslimiyet, korkuda ortaklaşma ve her anımıza sinmiş vasatlık.
Bu iktidar yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadele ve değişim vaadiyle geldi. Vesayetle ve elitlerle mücadele vaadi öndeydi. Ama son yirmi yılda gelinen yer bir fetih hikayesi. Eğitim, yargı, ordu, maliye ve medya gibi alanlar, tüm kamusal kurumlar kendi özerk mantıklarıyla işleyen alanlar ve kurumlardan çıkarılıp “Bizden mi değil mi?” mantığıyla yönetilen yapılara dönüştü. Kurumların görünüşleri, kabukları korunurken, içerikler boşaltıldı; bilim yerini propagandaya, estetik yerini slogana, kurallar yerini keyfiliğe bıraktı.
Toplumun yüzde 80’i yoksulluğun girdabında kıvranıyor. Milyon milyon yoksulun bulunduğu bir ülke Türkiye. Memuru yoksul, işçisi yoksul, emeklisi en yoksul. Toplam mevduatın yüzde 80’nin yüzde 2’nin kontrolünde olduğu, yani gelir dağılımının fecaat ölçüsünde çarpık olduğu bir ülke Türkiye.
Diploma borsası işportaya düştü, 3 saatte mühendislik diplomanızı alabiliyormuşsunuz! Bugün sahte diploma almak, emek yerine kestirme yol, liyakat yerine gösteri, derinlik yerine yüzeysellik. Sahte diplomayla kocaman makamlara gelenlerde mahcubiyet yok. Usulsüz ve yasal olmayan yollarla ihale alanlar başlarını eğeceklerine böbürleniyorlar. Rüşvetle yargı kararlarını yönlendirenler saklanacaklarına maharetlerini pazarlıyorlar. Vasatlığa razı olma hali ahlaki olanı unutmayı, mahcubiyet, utanma gibi duyguları kaybetmeyi meşrulaştırıyor.
Ülkede hukuk yok; “Yargıya güven”in, yüzde 20’lerde olduğu gerçeğini artık herkes biliyor. Bu, toplumun yüzde 80’nin Yargıya güvenmediği anlamına geliyor. O kadar ki, suçlular dışarda, suçsuzlar içerde denilebilecek bir süreç yaşanıyor. Yargı kararlarıyla “suçsuz” oldukları saptanmış olan, biri milletvekili, onca kişi yıllardır hapis tutuluyor. CHP’li belediyelerde tutuklamalar “dalgalar” halinde devam ediyor. Daha da korkuncu, “yaşam hakkımı istiyorum” diye haykıran Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık hasta olmasına karşın hapistedir.
Milyon dolarlık, “hukuk ve salıverme borsaları” kuruluyor. “Savcı ile konuştum, 2 milyon dolar verirsen çıkacaksın, kesin…” Bu konuşma, iktidar partisi yönetim kademelerinde yer alan bir avukata ait. İktidarın, danışman, siyasetçi ve gazeteci yandaşları arasında yaşanan karşılıklı ağır suçlamalar Osmanlı’nın “Saray içi savaşlarını” anımsatıyor. Sahte belgeler, yalancı tanıklıklar ve savunma oyunları ile adaletin elinden kurtarılan gerçek suçluların varlığı da biliniyor.
Eğitim alanı da bir başka sorun; Sınavlarla girilen okullar ve üniversitelere hak etmedikleri halde çeşitli yollarla kapağı atmışlar olduğu söyleniyor. Sınavlar hakkında şaibeler had safhada. Bakanlığın açıkladığına göre, 57 sahte üniversite diploması, 4 sahte lise diploması, 108 ehliyet belgesi tespit ediliyor. Profesör unvanı alan ve çeşitli kurumlarda dersler veren üniversite görmemişler olduğu şu yakınlarda ortaya çıkıyor.
Ya çeteler? Çeteler ülkesi olmuşuz da haberimiz olmamış. Her güne yeni bir çeteye karşı başlatılan soruşturmalarla uyanıyoruz. Daha önce “FETÖ borsası” dallanıp budaklanmıştı… Şimdi “İBB Borsası” konuşuluyor. “Beyaz Toros” artık başrolde değil ama çeteler her türlüsü ile pıtrak gibi fışkırmakta. Siyaset-çete-bürokrat üçlemesine bu kez yargı bacağı da eklenmiş durumda. Sırtını iktidara dayama duygusu, yolsuzluğu arttırır. İlişkileri hayli şaşırtıcı yerlere ulaşan, kendilerini sosyal medya üzerinden anons etmekten çekinmeyen mafyatik örgütlerin liderleri saygıdeğerlik devşirmeyi amaçlayan görüntüler veriyorlar.
Diğer taraftan kapitalizmi tanımlayan “paranın satın alamayacağı değer yoktur” kuralı işliyor. Kimi belediye başkanları kendilerine oy verenleri ve partilerinin görüşlerini hiçe sayıp iyice değersizleşerek, hak-hukuk tanımayan iktidar partisine katılabiliyor. Artan baskı iklimine, “yandaş-itaat eşittir, çıkar kültürü”nü yaygınlaştırma çabalarına işaret ediyor. Bunlar arasında, bir kadının, Aydın Büyükşehir Belediyesi Başkanının, kadın hakları başta olmak üzere, ülkeyi Cumhuriyet’in değerlerinden uzaklaştıran, kendi düzenlediği kadını koruyan İstanbul Sözleşmesini bile yok sayan, yılda sözde şüpheli ölümlerle beraber 700’ü aşkın kadın en yakınları tarafından öldürüldüğü bir ortam oluşturan iktidara teslim olması, ne demokrasiye uyar ne de siyasal etiğe! Bu ilkesizlik ve ideolojik temelden yoksunluk, siyaseti de ülkeyi de dibe vurutor!
Sonçta, toplumsal hafıza köreliyor, kurumlar çürüyor, birey yalızlaşıyor. Meşriyetini yitirmiş bir yönetim yapısı, halkla arasındaki bağı sadece korkuyla ve kayıtsızlıkla koruyabiliyor.
***
Atatürk’ün okullarda okutulmasını istediği, Rus rahip, gazeteci ve yazar Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” (Çevirmen : Fatmanur Harmandar) adlı kitabında şöyle bir cümle geçer :
“Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlaken çürüyor da, hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor. Herkesin karakteri bozulmuş veya herkes bu yozlaşmışlığa alışmış da bunu doğal bir durum sanıyor sanki. Ama bu böyle mi olmalıdır?”
Atatürk’ün, bir milletin yeniden ayağa kalkması için ilham verici bulduğu, yayımlandığı dönemde Balkanlarda olduğu kadar genç Türkiye’de de büyük bir ilgiyle karşılanan “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı eserde toplumlara yönelik derin bir uyarı vardır. Petrov’un işaret ettiği gibi, bazen en büyük tehlike ani bir felaket değil; yavaş yavaş yayılan ve artık kimsenin yadırgamadığı bir çürüyüştür.
Çürümeye alışmak yerine, onu görüp iyileştirmeye çalışmak, bir toplumu ayakta tutan ve onu “beyaz zambaklar ülkesi” gibi yeniden yeşerten en temel kuvvettir. Bu nedenle, en karanlık görünen zamanlarda bile, doğru olanı görme ve yapma iradesi, bir milletin en değerli hazinesidir.
Bugün bizim kendimize sormamız gereken soru şudur :
Çürümeyi kabullenmek mi istiyoruz, yoksa ayağa kalkıp değişimin öncüsü mü olacağız?
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 22 Ağustos 2025

YORUMLAR