Günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce yaşamış Sinoplu Diyojen (Kynite Diogenes), Atina sokaklarında gündüz elinde fenerle “Ne arıyorsun?” diye sorduklarında “insan, insan” cevabını vermiştir.
Yunanca “köpek” anlamına gelen kinik öğretisine uygun yaşamasından dolayı kendisine “Kinik Diyojen” lakabı takılmıştır. Kinik felsefenin kurucusu Sokrates’in öğrencisi Antisthenes’tir. Temel ilkesi erdem olan bu felsefe, yaşamın amacının insanın ferdi mutluluğu (Eudaimonia) olduğunu ve buna ancak bilgelik ile ulaşılabileceğini savunur. Bu bilgeliğe ulaşması için ise dünyevi hiçbir maddiyata ve beşeri hiçbir unvana ihtiyaç duymadan, kişinin kendisine yeterli olması gerekir. Bu erdeme sahip olan ve başkalarına bağımlı olmayan birey, iç huzuruna ve iç özgürlüğüne kavuşabilecektir. Böylelikle her türlü yapmacıklığın dışında doğal erdemli ve iyi bir tabiat insanı olacaktır.
Para, mal, mülk açgözlülüğü, makam, koltuk, iktidar, şöhret hırsının yarattığı güç sarhoşluğu şiddetin ve kötülüğün kaynağıdır. Tercih edilen bazı şeyler insanı erdemden uzaklaştırmayan şeylerdir. Bazı zevkler, para, güç gibi bazı şeyleri ölçülü akılcı kullanılabilir. Bunları kullanarak daha iyi şeyler yapabilirsiniz ve erdeminiz daha etkili tecelli edebilir.
Kişi için en değerli erdem artam, onurlu olmaktır. Özgür olmanın, çalışkanlığın, kamu yararı gözetmenin, başarıya odaklanmanın, cesaret göstermenin, ödün vermemenin temel güdüsü kişinin onurunu korumasıdır. Hint kökenli Kanada doğumlu kişisel ve liderlik uzmanı Robin Sharma’ya göre “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak istiyorsan; nabzına değil, onuruna bakacaksın..! Duruyorsa yaşıyordur.” Onurlu kişi sözünün eridir, tutarlıdır. “Yanlış anlaşılma, amacını aşma, kamu baskısı, genel istek” gibi özürlerin arkasına sığınarak sözlerini, hareketlerini tevile, sözünü çevirmeye kalkışmaz. Doğru bildiği yolda tek başına kalsa da yürür. Onurlu kişi, övünmez, alçakgönüllü, özgeci davranır. Yunus Emre “Er odur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil” dizeleri ile alçakgönüllü olmanın erdemini ifade etmiştir. Şair Sadi de “meyvalarla yüklü dal başını yere serer” dizesiyle bu görüşü paylaşmıştır. Atalarımızın “Boş başak dik durur” gözlemi de bu yöndedir.
VARLIĞIMIZ VE RUHUMUZ GÜÇ TARAFINDAN ÇALINIYOR, KAYBETME KORKUSU RUHUMUZU KAPLIYOR
Ülkemizde, onurlu, bilgili, yetenekli, kamu yararı gözeten, özgeci, gurur verici niteliklere sahip insanlarımız ne yazık ki tersine ayrımla dışlanmakta, tasfiye edilmekte, hatta cezalandırılmaktadır. Yetenekleri sınırlı kişiler, belli orunlara gelebilmek, unvanlar, sıfatlar alabilmek için etkili gördükleri kişilere, çevrelere biat ederek, yanaşarak, övgü düzerek, komplolar, kumpaslar kurarak, al-ver şeytan ilişkilerine girerek kendi çıkarlarını korurken, liyakatli olanların da dışlanmasına yol açmaktadırlar. Türkiye’nin temel sorunu gerekli niteliklerden yoksun kişilerin politikada, bürokraside, akademik çevrelerde, toplum yaşamında ön plana çıkmaları, etkili olmalarıdır.
Siyaset ve bürokrasi bize rekabeti, kıyaslamayı, açgözlülüğü, şiddeti, savaşı, güç, şöhret ve mülk edinmek uğruna her yolun meşru olduğunu öğretmekte.Toplum ahlaki bir çöküntü içine itilmiş durumda. İnanılmaz bir hukuk savaşı izliyoruz. Ülkede hemen her konuda herkes ‘yargının vereceği karara’ bakıyor. Artık olağan, olağanüstü, kurultay, kongre… Hepsi birbirine giriyor. Gündemi yalın haliyle anlamak için asıl ‘olağanüstü’ çabayı, bu ülkenin yurttaşları olarak bizler sarf ediyoruz.
Ülkede ağzını açıp iki söz söyleyip de adli kontrolü bulunmayan yok gibi… “Gülümsedin mi, tutukluyoruz”, “Dans mı ettin, bu kıyafetlerle, adli kontrol…!” Bir açık cezaevi görüntüsü. Daha kötüsü yargı, tüm bunları, tek tek emir üzerine yapmadığına göre, artık normalleştirilmiş bir uygulama söz konusu olan… 1 Eylül 2025 tarihli verisine göre hapishanelerde 419 bin 194 mahpus varmış. Adlı kontrol Eylül itibarıyla 460 bini geçmiş. Düşününce memlekette neredeyse her 100 kişiden biri özgürlüğünden alıkonulmuş durumda ve yakın çevresinde bir on kişinin buna illaki yakın tanıklığı olduğunu düşünürsek her on kişiden birinin özgürlüğünden alıkonmayı iliklerinde hissettiğini varsayabiliriz. Hapishaneler artık bizim yabancımız değil, kuyularda nefessiz kalanları, nöbetleşe uyuyup yemek yetmediği için aç yatanları, bırakın ciddi bir sağlık sorununda hastaneye gitmeyi ve sevkin insanlık dışı olmasını, revirde hekim dahi göremeyenleri düşünün. Adalet bakanı, sık sık “Tutuklu ve hükümlüler devletimize emanettir” diyorsa, bu insansızlaştırmaya dönük kuyu tipi hapishanelerden yükselen çığlıkları da duymalı.
Vicdanımızın terazisini kaybediyoruz. Çıkarlarımız aklımızın rehberliğini engelliyor. Aklımız yüreğimizle buluşmuyor. Sözcükler ağzımızda iğreti duruyor. Ve artık hayatımız düşüncemizi belirlemeye başlıyor. Zarafet, nezaket, saygı, sevgi, merhamet, şefkat, vicdan, diğerkamlık ortadan kayboluyor. Şimdi kabalık, görgüsüzlük, saygısızlık, kibir, zorbalık, sevgisizlik, vicdansızlık, bencillik, açgözlülük, benmerkezcilik kol geziyor. Egomuzu şişiren iktidarın, şöhretin, statünün cazibesine kapıldığımızda; bize sunulan çıkarların ve imtiyazların kimlerin haklarından çalınarak, kimlerin ezilmesi pahasına sağlandığını unutmaya başlıyoruz. Varlığımız ve ruhumuz güç tarafından çalınıyor, kaybetme korkusu ruhumuzu kaplıyor. Güçle girdiğimiz ilişki bizi onu eleştiremez duruma getiriyor.
AHLAK VE HUKUK İLİȘKİSİ
Son günlerde, özellikle ana muhalefet partisine mensup seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları ve meclis üyelerinden veya öncesinde anamuhalefet partisinde çeşitli önemli görevler almasına karşın mevcut yönetimde yer alamayanlardan bazılarının – “Parti değiştir kurtul” zihniyetiyle – aniden parti değiştirip iktidar partisi saflarına katılmak hukuki mi ?
Hukuki ise de ahlaki mi? Etik olarak doğru mu?
Ahlaki olmayan her şey otomatik olarak hukuki değildir denemez. Genelde örtüşürler, ama bazen ahlaka aykırı olan hukuka da aykırı olmaz; hukuka aykırı olan her şey de ahlaka aykırı olmayabilir.
Ne var ki hukuka aykırı olmasa da ahlaka aykırı yani toplum tarafından meşru görülmeyip kınanan bir davranış peşinizi ömür boyu bırakmayacağından, değme hapis cezasından bile daha ağır bir yaptırım niteliğine bürünebilir.
Toplum içine her çıkışınızda, yolda sokakta insanlarla her karşılaştığınızda size bakan insanların yüzünüze karşı açıkça söylemese de içinden sizin hakkınızda ne söyleyeceklerinin tedirginliği ile yaşamak gerçekten zor olsa gerek. Hele bir de ileride iktidar değişikliği olunca. İçinden söylenenler açıkça söylenmelere dönüşünce, hayat daha da zorlaşmayacak mı?
Değmez. İnanın değmez.
Aslında aynı durum, parti yönetiminden düşmeyi ve tekrar seçilememeyi hazmedemeyip, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi mızıkçılık yapanlar ve oyunbozanlığı rakip partinin değirmenine su taşımaya kadar vardıranlar için de geçerli.
Hani iktidar partisi yönetiminden birinin bunlar için geçen gün kullandığı deyim olan “Truva atı” konumuna geçenler için.
Bu Truva atları sayesinde CHP’ye ve onun liderlik ettiği toplumsal muhalefete, dört bir koldan ahtapot gibi saldırıyorlar.
“IȘIK, BİRAZ DAHA IȘIK…”
Türkiye’nin yetiştirdiği büyük bir “Rönesans insanı”nı, mimar, mimarlık tarihçisi, müzikten edebiyata, kültürden felsefeye pek çok alanda engin bir bilgi ve donanımla dolaşıp düşüncelerini bizlerle paylaşan Prof. Dr. Doğan Kuban, vefatından birkaç ay önce, 9 Nisan 2021’de kaleme aldığı son yazılarından birinde geldiğimiz durumu artık bir “debelenme hali” diye niteliyor ve bu hali iki cümlede özetliyordu:
“Türkiye büyük bir yalan ortamında yaşıyor. Buna olanak veren, toplumun cehalet mirasıdır.”
Cumhuriyet Devrimi’nin yetiştirdiği bir aydın olarak yalanı alt etme sorumluluğuna ömrünü vakfeden Doğan Kuban’ı, Goethe’nin son sözleriyle ve saygıyla anıyorum: “Işık, biraz daha ışık…”
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 26 Eylül 2025

YORUMLAR