Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

OTORİTERLİĞİN ‘CASUSLUK’ GÖLGESİNDE MEȘRULAȘTIRILMASI 

“Güç kaybı şiddete çıkarılmış bir davetiyedir. İktidarın ellerinden kaymakta olduğunu hissedenler, kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine direnmekte zorlanmışlardır. ”Hannah Arendt  

 

İktidarlar için soyut düşman oldukça kullanışlıdır; hem geniş bir manevra alanı hem de hukukun üstüne çıkabilmeyi sağlar. Somutlaşmadığı için tarifi de değişkendir. Hatta en avantajlı yönü de budur; amorf, şekilsiz bir düşmanı dilediğiniz şekle sokar, istediğiniz alana çeker ve hak ettiği üzere (!) cezalandırabilirsiniz, zira neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu şekilde kendiniz belirleme yetkisine sahip olursunuz. Böylelikle otoriteyi temsil ettiğiniz müddetçe, mücadelenin hem alanını hem de kurallarını belirleme imkânına sahip olursunuz. Söz konusu olan makul bir siyaset yapma biçimi olsa, proje kamuoyuyla paylaşılır, kısa bir kamusal tartışmanın ardından karar verilir ve uygulamaya geçilir. İktidarda olanlar da hem projelerinin PR’ini yapmış hem de kendi görünürlüklerini artırmış olurlar. Ancak bir toplumda, siyaset yapma biçimi hukuk ve teamüllerin dışındaysa o zaman sebepten sonuca gitmez, sonuçtan yola çıkılır ve o sonucu oluşturacak sebepler oluşturulur. Kısaca, otorite hangi sonucu elde etmeyi kendine hedef olarak belirlediyse, onun için gerekli şartlar oluşturulur, olgunlaştırılır.  

 

İşte soyut düşman, bu şartları olgunlaştırma sürecinin en temel unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi ve hukukun egemen olduğu bir yerde iktidarda kalma şansınız kalmadıysa ve siz iktidarda kalmaya kararlıysanız kendinizi otoriter bir alana taşımak zorundasınızdır. Otoriterliğin meşrulaşması için toplumda bir tehlike ile karşı karşıya olunduğu algısının yerleşmesi ve bunun akabinde insanların birtakım hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesi ile mümkün olur. 

 

“Güvenlik mi, özgürlük mü?” ikilemini, toplumda “olmak, ya da olmamak” boyutuna taşıdığınız andan itibaren, otorite olarak hak ve özgürlükleri gasp etmek kolaylaşır. Evet, mutlak bir otorite için, toplumun kendini güvende hissetmemesini sağlamanız gerekir ve bunun içinse ihtiyacınız olan şey, güçlü bir düşmandır. Düşmanın gerçekte var olması ya da güçlü olup olmaması da önemli değildir zira korku gerçekte var olan üzerinden değil, algı üzerinden oluşur. Algı içinse kamu otoritesi ve yönlendirilen, mümkünse doğrudan kontrol edilen bir medya gerekir. Tüm bunlar hazır olduğunda ise filmin sonuna, asıl senaryonunsa başına gelinir; mutlak, sorgulanamaz bir otorite.  

 

DÉJÀ VU CASUSLUK DAVASI 

 

Geçen hafta hayatımıza bir casusluk davası girdi ve beş gün önce de Ekrem İmamoğlu, İmamoğlu’nun seçim kampanyası direktörü Necati Özkan ile TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ hakkında tutuklama kararı verildi. Bu dava, bir hukuk dosyası değil; bu “casusluk” davası, FETÖ kumpaslarındaki kabusu anımsatan bir déjà vu hissi yaratıyor! Biz bu anıları Ergenekon ve Balyoz davalarında gördük; masumiyetin nasıl suç haline getirildiğini, sahte tanıkların nasıl “devletin tanıkları”na dönüştüğünü iyi hatırlıyoruz.  

 

Kumpas sürecinin en vahşi günleriydi, ne idüğü belirsiz, isimsiz/imzasız ihbar mektubuyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde casusluk operasyonu başlamıştı, pırıl pırıl 300 subayımızı casusluk yaptıkları gerekçesiyle hapse tıkamışlardı, “casus” denilenler arasında, filo komutanı F16 piloto kurmay albay da vardı, GATA farmakoloji anabilim dalı başkanı profesör albay da vardı, Milgem’in milli gemi projesinin bütün komuta kademesi vardı, İskenderun, Aksaz, Foça deniz üssü komutanlarımız vardı, üstelik bu daha başlangıçtı, çünkü güya bir buzdalabı arkasında sihay bir poşet içinde harddisk bulunmuştu, casus oldukları öne sürülen “üç bin subay”ın TC kimlik numaraları yazıyordu, evet, casus filimlerinde zaten olmazdı ama, komedi filimlerinde bile böylesi olmazdı, casusluk şebekesi, maazallah yakalanıp tutuklanırken karışıklık olmasın diye (!) casusların isimlerini, ikametgah adreslerini ve TC kimlik numaralarını bile yazmıştı, hatta, casusların casus olduklarından emin olalıım diye (!) subayların isim listesi “bycasus” isimli listeye kaydelmişti.  

 

Deniz Kuvvetleri mensubu subayların iddanemeleride; “Deniz Kuvvetleri’nin milli gemi projesinin bilgilerini casusluk faaliyeti olarak satmak, elde edilen parayla uyuşturucu temin etmek, o uyuşturucuyla Deniz Lisesi’nin kız öğrencileriyle fuhuş yapmak… Bir de Deniz Kuvvetleri komutanına suikast planlamak…” suçlamaları bulunuyordu. Ama en şahanasi karakutu’ydu, casusluk şebekesinin arşiviydi, kozmik derecede önemliydi, son teknolojiyle profestonelce hazırlanmıştı, dijital şifresi kırılamıyacak şekilde oluşturulmuştu, küçük bi pürüz vardı, bu kutu ele geçirilememişti. Evet, iddanamede, “ele geçirilmeyen karakutu, şifreleri kırılmayacak şekilde dosyalandı” deniliyordu, var olmayan karakutu delil kabul edilmişti.  

 

Onların hepsi beraat etti! Yine 2010’lu yıllara damgasını vuran Askeri Casusluk davasında onlarca subay 5 bin yıla varan hapis istemiyle tutuklu yargılandı. 6 yıl süren davadan sona tümü beraat etti!  

 

Şimdi benzer bir oyun yeniden sahneleniyor. İmamoğlu’na “terör örgütüne destek” olmak suçlaması yöneltildi ancak bir sonuç çıkmadı. İddianın doğru olmadığı anlaşıldı. Yolsuzluk suçlaması yöneltildi. Bu iddiayı kanıtlayacak bir delil şu ana kadar ortaya konulamadı. “Duydum, tahmin ediyorum, kafede konuşulurken tanık oldum” gibi ifadelere dayalı iddianamelerin ne kadar boş olduğu anlaşıldı. Bunlarla yetinilmedi, İmamoğlu’nun üniversite diploması da iptal edildi. Bu da yetmedi şimdi de İngiliz devleti adına “casusluk” suçlamasıyla 1894 yılında eski Fransız yargısı masum Binbaşı Alfred Dreyfus Davası bizim ülkemizde yüz yıllar sonra Ekrem İmamoğlu ile aynısı yaşanıyor. 

 

EKREME İMAMOĞLU’NUN “DREYFUS A LA TURCA” OLAYI 

 

Fransa’da hukuki tartışmalara neden olan olay Paris’teki Alman elçiliğinde hizmetçi olarak çalışan Fransız gizli servisine bağlı bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız bir mektubu merkeze göndermesiyle başladı. Alman askeri ataşesine yazılan mektupta Fransa’ya ait bilgilerin verilmesi vaat edilmekte idi. Fransız Genelkurmayının başlattığı soruşturmada şüpheler Yüzbaşı Alfred Dreyfus üstünde toplanır. Çünkü Yüzbaşı Dreyfus’ün el yazısı, mektuptaki yazıya benzemektedir. Yüzbaşı Dreyfus zengin bir ailenin çocuğuydu. Fransa’daki Yahudi düşmanlığına rağmen askeri okulda gösterdiği üstün başarı Dreyfus’ün bu göreve tayinini sağlamıştı. 

 

Almanlara bazı gizli devlet belgelerini vermekle suçlandı, 15 Ekim 1894’te tutuklandı. Bir ay süren hazırlık soruşturmasında aleyhine yeni delil bulunamamasına rağmen Dreyfus suçlu görülerek mahkûm edildi ve cezasını çekmek üzere Fransız Guyanası’nın (Île du diableŞeytan Adası’na gönderildi. 1896’da ortaya çıkan bir olay Dreyfus davasını yeniden gündeme getirdi. Fransız gizli servisinin yaptığı soruşturma, Dreyfus’ün mahkûmiyetine sebep olan elyazısının Alman subayından  Easterhazy’ye ait olduğunu ortaya çıkardı. Soruşturma sonunda elde edilen bilgiler Dreyfus davasının yeniden görülmesini gerektiriyordu. 

 

Dreyfus’un ailesinden başka açıkça savunacak kimsesi neredeyse kalmadı. Çünkü Dreyfus’u savunmak ateşten gömlek giymek gibiydi. Dreyfus suçsuz, masum diyenler anında “vatan haini” ilan ediliyordu. Dört yıl sonra Dreyfus’ün karısının olayı basın yoluyla yeniden gündeme getirme çabaları sonuç vermeye başlayınca Genelkurmay, Easterhazy hakkında dava açmak zorunda kaldı. İki gün süren dava Easterhazy’nin oybirliğiyle beraat etmesiyle sonuçlandı. Beraat kararının ertesi günü ünlü yazar Emile Zola çıktı ve L’Aurore gazetesine yazdığı J’Accuse...! (“Suçluyorum!”) başlığıyla cumhurbaşkanına açık mektubu yayımlandı. Zola yazısında, mahkemeye yaptığı baskı ile Dreyfus’e müebbet hapis kararı verdirten Genelkurma’yı suçluyor ve şöyle haykırıyordu: “Cumhuriyetin şerefi, onun adaletidir.” 

 

1898 yılında Emile Zola’nın Dreyfus hakkında yazdığı şu sözler sanki Ekrem  İmamoğlu için yazılmış gibi. Yüz yıllar öncesinden bugüne… “Ah.! Birkaç rütbelinin, Devlet’in güvenliğini saygısızca bahane ederek, çizmeleriyle ulusun üstüne basarak gerçek ve adalet çığlığını gırtlağına tıkamaları, bütün bu çılgınlıklar ve saçmalıklar, yoz polis uygulamaları, engizisyon ve zorba uygulamalar…” Sonra şu sözleri Zola’nın: 

 

“Ağızları kapatıyorlar, kafaları saptırıyorlar. Ben bundan daha ağır bir suç bilmiyorum. Evet! Bu utanç verici gösteriyi izliyoruz, borçlar ve suçlar altında ezilmiş kişiler suçsuz ilan ediliyor; buna karşılık, onurun ta kendisi, yaşamı lekesiz bir adam cezalandırılıyor. Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürümeye başlamış demektir.” 

 

1898 Haziran’ında yapılan hükümet değişikliğinden sonra savaş bakanlığına getirilen General Cavaignac, millet meclisinde yaptığı bir konuşmada Alfred Dreyfus hakkında hazırlanan gizli dosyadaki belgelerin bazılarını açıkça okudu. Easterhazy hakkında soruşturma yürütmüş Yarbay Picquait, bu belgelerin sahteliğini ispatlamaya hazır olduğunu bildirdi. Yarbayın iddiası üzerine sorguya çekilen Binbaşı Easterhazy suçunu itiraf etti ve gönderildiği hapishanede intihar etti. Bu olayla Dreyfus davası yeni bir boyut kazandı.  

 

Yargıtay aylarca süren tartışmalardan sonra Dreyfus hakkında verilmiş olan kararı bozdu. Dreyfus, Fransa’ya geri getirilerek askeri mahkemede yeniden yargılandı. Bir ay süren duruşmalar sonunda Dreyfus yine suçlu bulundu. Fakat bazı hafifletici sebeplerin varlığı kabul edilmişti. Yedi yıl sonra 1904 yılında Yargıtay Genel Kurulu, Savaş Bakanı General André’nin isteği üzerine davayı yeniden ele aldı. 1906’da verilen kararla Dreyfus beraat etti. On iki yıl önce sökülen nişanları aynı yerde yapılan törenle yeniden takıldı ve ayrıca Fransa’nın en yüksek dereceli Légion d’honneur Onur Nişanı verildi. Dreyfus Davası bütün Fransız halkı için yargının kendisine ve egemen güçlere göre değil, adalete, hukuka göre karar vermesi gerektiğini öğreten büyük ders oldu. 

 

Yıl 2025, şimdi bizim ülkemizde Dreyfus Olayı yaşanıyor.  

 

Nasıl bir Türkiye manzarası görünüyor dışardan bakıldığında… Nasıl bir yargı düzeni?  

 

Bugün Türkiye, hukukun değil, korkunun ülkesi olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

 

Ama korkunun hükmü sonsuz değildir. Korku, gerçeğin geçici karanlığıdır. Gerçek ise eninde sonunda doğar; tıpkı güneşin doğması gibi, buna hiçbir güç engel olamaz. Bir ülkenin vicdanı susturulamaz. Bir halkın umudu hapsedilemez. 

 

 

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy. 

Bordeaux, Cuma 31Ekim 2025 

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER