Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

NASIL ÇIKACAĞIZ BU HOYRAT İKLİMDEN!

Asıl adı Mehmet bin (oğlu) Süleyman olarak bilinen Fûzulî’nin ünlü bir mısrası var:

 

                       “Söylesem tesiri yok. Sussam gönül razı değil!”.

 

Son birkaç yıldır tamam, “Yaş kemale erdi. Artık kolay kolay hiçbir şeye şaşırmam, kızmam, tepki vermem” diyorum… Yanılıyorum. Türkiye hakikaten gittikçe kötü günlerden geçiyor. “Dönülmez akşamların ufkundayız”. Doğruları ve gerçekleri bıkmadan usanmadan savunmak, haykırmak, yazmak zorundayız.

 

Yanlış da değil mamafih…  Memleketini seven her yurttaş gibi, her dost sohbetinde aynı karamsarlığa kapıldığınızı, çocuklarınızın torunlarınızın geleceğine dair dile getirmeye bile korktuğunuz endişelere sahip olduğunuzu, umut ışığı göremediğinizi, dönüp dolaşıp “Bu gidişatın sonu nereye?” sorusuna cevap aradığınızı biliyorum.

 

‘Gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı’ Türkiye. Kendi kendine yazık eden bir Türiye! Milan Kundera’nın vaktiyle Doğu Avrupa ülkeleri için dediği: “Tünele girmiş bir memleket.” Kimse bilmiyor nasıl çıkacağız bu hoyrat iklimden!

 

Her sabah yeni bir şaşkınlığın eşiğinde uyanıyoruz. Geceden sabaha, akşam haberlerinden gece yarısı bildirimlerine kadar, hayatımız neredeyse aralıksız bir şaşkınlık akışına dönüştü. O kadar çok “Bu da mı olur?” dedik ki artık şaşırmanın kendisi bile eskisi kadar güçlü bir duygu değil; tepkilerimizin yükü hafifledi, dudaklarımız daha az aralanıyor, kalbimiz daha az hızlanıyor. Çok fazla şaşkınlık biriktikçe, şaşırma eşiğimiz düşüyor.

 

Siyasi tarihimizin belki de hiç bir evresinde olmadığı kadar tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İri cüssesiyle dikkat çekiyor ülkemizde siyaset. Her gün haberi başta geliyor. Siyaset zihnimizi boğuyor. Siyasetin derdi davalarla iktidarını ayakta tutmayı sürdüren bir güç kavgasına dönüşmesi. Siyasetçi var, siyasi dil sınır tanımıyor, siyasi kamplaşma ileri seviyede, siyasi ayak oyunları aleni, siyaset mühendislikleri parmak ısırtacak teknolojiye ulaştı ama sadra şifa siyaset yok. Sataşmalar, kavgalar her geçen gün bir kat daha ağırlaşıyor, toplumu bölüyor, parçalıyor, kamplaştırıyor. Birbirimize kulaklarımız sağır, gözlerimizi kör brakıyor. Bize duymak istediklerimizi söyleyenler makbul, bizi eleştirenler ve uyaranlar ise zararlı kılınıyor. Her birimizin mutlak doğruları var; hiçbirimiz yanılmış olabileceğimize veya yanlış yaptığımıza inanmıyor duruma geliyoruz. Kendilerini hep en doğrunun temsilcileri olarak görenler ötekilerine ya acıyorlar ya da dillerinin keskin ucuyla boyuna doğrayıp duruyorlar. Hep yanlışta olan başkaları; hiç kimse kendi mahallesindeki bu mutlak doğrucu fanatizmle yüzleşme cesareti gösteremiyor; kendi kampındakileri eleştirenler anında ihanetçi yaftası yiyor.

 

***

Kendilerini “Dinin sahibi/jandarması” olarak görenler, hâkim oldukları yerlerde ve makamlarda yeryüzünü sadece başkaları için değil aynı dine mensup olup siyasi görüşte farklı düşünen ve yaşayan insanlar için de cehenneme dönüştürüyorlar. Birçok insanımıza bu berbat duygu halini yaşatan ve sonunda kendilerini yersiz yurtsuz hissetmelerine yol açan şey, iflah olmaz yobazlıktan başka bir şey değildir.  Bu yobazlığı besleyen damarlar ise başta Amerikalı toplum yazarı Eric Hoffer’in çok güzel tarif ettiği kesin inançlılık ve dogmatiklik olmak üzere cahillik, ufuksuzluk, dar kafalılık, kabalık, hoyratlık, bedevilik, köylülük gibi unsurlardır.

 

Gelinen bu noktada iflah olmaz yobazlarına -satirik bir dille- seslenmek istiyorum: Birbirinize diş bileyerek ve didişerek yaşamaya yeminli misiniz? “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!” diyerek yaşamaya ant mı içtiniz? Din devleti gönüllerde kurulur. Ama din devletini bedenler üzerinden kurmaya kalkışanlar ne yazık ki gönülleri yıkıyorlar ve gönüllerdeki o yüce din algısını yerle yeksan ediyorlar. Oysa ki devletin dini adalettir. Adaleti olmayanın dini de sözden ibarettir. Marifet, zayıf iken adaleti savunmak değildir. Asıl marifet, güçlü iken adaleti dimdik ayakta tutmaktır.

 

Unutmayalım ki adalet ülkenin de temelidir. Ülkenin güneşli gökyüzü çatıdır. Adaletin bir insanlık ve yaşam güvencesi olduğunu benimsiyenler onun gölgelenmesine olanak vermez ve katlanamaz. Kararı nasıl olursa olsun onu veren kurula ve organa karşı hukuksal eleştiri dışında hiçbir saldırıda bulunamaz, yenilenmemesi ve düzeltilmesi için tanınan yasal yolları izler.

 

***

İmamoğlu’nu “herhangi bir sebeple” içeride tutmaya azimli “hukuk devleti”nin, onun babasının mal mülke bağlayarak süslediği “komünizmle mücadele” anılarını, sağcılığı da konu ederek eleştiren gazeteciyi de “içeri atmaya” azmediyor. Oğlunun adaylığa soyunmasına her türlü lafı edebilirsin ama babanın “sağcılığı”na bir şey diyemezsin!

 

Eskiden “düşünce suçu” denirdi, ifade suçlarına… şimdi artık “kelime suçu” var. Arayarak, tarayarak, ayıklayarak “kelimen” cümleten suçlu yapıyor seni. Davadan önce gözaltı ve tutuklamayla. Yani suçu önceden kesinleştirip adeta peşinen mahkum ederek.

 

Benzeri çok da, bir benzeri de çocukların hayatıyla oynandığı sırada ortaya çıkıyor: En son sanırım 10 yaşındaki Miraç, çocuk işçi olarak, silaj makinesinde kolunu kaptırdığı bu düzenin kurbanı oldu. Kolunu verdi, canını alamadı bu “emek düşmanı” çarklardan. Çocukları sık sık devlet ve sözde eğitim zoruyla da makinelerin önüne atan ve kiminin paramparça bedenini “kaza” diye toplayan düzeneği kuran, bu ölüm makinelerinin çarklarını döndüren mekanizmanın hiçbir suçu yok… (Bu yıl henüz bitmedi ve 11 ayda 85 çocuğumuz bu projenin zincirleme yol açtığı sorunlar yüzünden yaşamını yitirdi)… bu ölümleri protesto edenler, mesela TİP’li gençler suçlu ve tutuklu.

 

Hâl böyle olunca, “Utanmıyoruz” lafı kadar doğru bir iktidar beyanı yok. “Liyakat-mülakat… Ayırma, kayırma” meselesinde gerçekten açık sözlü olduğu için AKP Milletvekili Özlem Zengin’i tebrik ediyorum!

 

Çünkü bu işler biraz olsun utanarak olmaz. Ancak utanmadan sürdürürsün; yargıda da fikirde de, emekte de işe alımda da, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamak” mevzuunda da ayırmacı, kayırmacı, ayıklamacı; çocukların acımasızca sömürüldüğü, sağlıklı bir denetim olmadığı için sık sık can kayıplarının yaşandığı, öğrencinin dört günü işyerinde, bir günü -sözde- okulda geçirdiği bir proje, mesleki eğitim olan bir düzeni.

 

Yıllardır bu memlekette “utanma” çünkü “atanamama” ve “mülakatta elenme” intiharları var. Yıllar önce hakim ve savcılık mülakatında, hakkı yendiği için elendiğini düşünen Didem Yaylalı mesela, artık bu kâbus üstüne düşünmemeye karar vermiş, genç yaşında veda etmişti. Adalet dağıtabilmek için çıktığı yolculukta adaletsizlik duvarı üstüne yıkılmıştı.

 

***

Dilimizin sertliği/uslubu yüreğimize de yansıyor. Yüreğimiz daraldıkça öfkemiz daha bir çoğalıyor. Yüreğimizin giderek daralmakta olduğunu görmek üzüyor. Yürekleri dar olanlar, insanların bedenleri üzerinde mütekebbir bir edayla hükümranlık kurmaya çalışanlar, bilesiniz ki kendileriyle birlikte adına hareket ettiklerini söyledikleri davalarına da zarar verirler.

 

Kendi dinimizden olanları dahi kendi cemaatlerimiz, kendi tarikatlarımız, kendi ırklarımız, kendi mezheplerimiz, kendi derneklerimiz üzerinden “bizden olanlar-olmayanlar” biçiminde ayrıştırmaya kalkışırsak, dahası cemaatimizden, tarikatımızdan, ırkımızdan, mezhebimizden, derneğimizden olanları diğerlerinden üstün görmeye başlarsak, Arafat Dağı’ndan seslenen o sevgililer sevgilisinin ortaya koyduğu ölçülerden sapmışız demektir. Çünkü bütün bunlar saf kötülükten başka bir şey değil. “Düşmanlık” suçlaması hep kendinden olmayana, kendine karşı çıkana, eleştiri yapana yapışmış. Kin ve intikam, utanmazlık damarlarını işgal etmiş.

 

Ne yoksullaştırma utandırıyor ne yoksunlaştırma; ne bu ülkenin gençler ve çocukların büyük kısmı için umutsuzluk coğrafyası kılınması utandırmış, ne yılda 2 binden fazla işçinin ölümü, ne yılda 300 kadının katledilmesi, ne onca çocuğun, gencin ölüme sürüklenmesi, ne önyargılı yargılar.

 

Toplum olarak ortak bir dil arayışına girmeliyiz; Orwell’ın 1984’ündeki gibi “savaş barıştır” demagojisine karşı net tanımlar koymalıyız. Sis perdesini aralamaksa bizim elimizde. Eğer pusulamızı –eleştirel aklımızı– yeniden kalibre edebilirsek gerçekliği yeniden inşa edebiliriz. Aksi takdirde, bu karışıklık bizi daha derin bir kaosa sürükleyecek. Fakat gerçekliği yeniden inşa etmek “hakikat bu” anlamına gelir mi? Bilmem. Hakikat, insan belki de çukuruna girdiği zaman. Girecek bir çukur bulursa ama.

 

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 19 Aralık 2025

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

SON HABERLER