Adalet insanların en eski özlemlerinden birisidir. En çok tartışılan bir konu… Üstelik adaletin ne olduğu felsefenin en eski sorunlarındandır. Platon’a göre adalet; bir “fikir” veya insan düşüncesinin bir tasarımıdır. Kişiler adalet talep ederken, haksızlığa uğradıklarını ileri sürdüklerinde veya haklarını isterken “adil bir dünya” özlediklerini söylerken; taleplerini dile getirmektedirler. Kendilerine ait veya başkasına bir şeyin verilmesi gerektiğini ifade ediyorlar.
Platon’un “Devlet”inde görülen; “her birine gerekeni, borçlu olunanı vermek” adaletin tanımı olarak yıllardır tam karşımızda duruyor. Adalet fikrini bilgisel olarak kavramlaştırabilmemiz için bakacağız yer adaletsizliktir. Bir fikir olan adalete karşılık, bir durum olan adaletsizliktir!
Adaletsizlik, insanlara insan olarak borçlu olunanları bulduğumuz yerdir ya da borçlu olunanları temel insan hakları ilkelerine göre türetildiği yerdir. Böylece “adalet nedir?” sorusundan önce veya bu soruya yanıt verebilmek için önce “adaletsizlik nedir?” sorusunun sorulması gerekiyor.
ADALETSİZLİK NEDİR ?
Genel olarak adaletsizlik, hak çiğnemedir. Hakları gözetme konusuyla ilgilidir. Adaletsizlik, kişilerin bazı haklarının doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çiğnenmesine yol açan veya engelleyen muamele biçimidir. Ülkeler düzeyinde; bir devletin bir kısım yurttaşlarının temel haklarının başka yurttaşlar tarafından çiğnendiği veya göz ardı edildiği zaman etkili bir şekilde müdahale etmediği durumlarda, ya da devletin kendi organlarıyla bu hakkın çiğnendiği veya mevcut koşullarda bu hakların gereklerini yerine getirmediği/getiremediği zaman ortaya çıkar.
Rum kökenli bir Türk filozof ve akademisyen İonna Kuçuradi’nin altını çizerek belirttiği; “bir durumu doğru değerlendirmenin” felsefi bilgisi, adalet istemek için onsuz olunamayacak bir bilgi demektir. Prof. Dr. Vecdi Aral hukuk düzeninin “yaşamla” çok yakından ilgili olduğunu hatırlatır. Hukuk olarak yürürlükte olan şeyin gerçekten hukuk olup olmadığını sormayan, sorgulamayan ve hukukla yalnız fiili bir şey; kanun koyucu ve toplum tarafından önceden verilmiş bir şey olarak ilgilenen hukukçuyu “mesleğini gereği gibi yapmayan” ve “mesleğinde yanılan” kabul etmektedir.
“Çünkü hukuk, var olduğu ve bilindiği için değil, aksine bir toplumun tüm hakkaniyetli ve adaletli düşünenlerin vicdanlarına uygun bulunduğu için hukuktur” demektedir.
ADALETSIZLİĞİN CAN ALICI ‘VEHÇESİ’
“Zülüm bir şeye hakkını vermemektir” diyen Mevlana, hem zalimin karekterini hemde adaletsizliği vurgular. İnsanın Adalet arayışı her zaman başlı başına bir konudur ama onu tersinden, adaletsizlik üzerinden düşünüp tartışmak da hayli ilginç bir tartışma yöntemi olmalı. Litvanya asıllı filozof ve siyasi teorisyen Judith N. Shklar ‘adaletsizliği’ye daha derin ve ayrıntılı bir şekilde bakmak ve ve aynı zamanda genel duruma, mağduriyet meselesine ve özellikle de neden olduğu adaletsizlik duygusu’na açıklık getirmeye çalışır.
‘Adil ve yasal olmayan’ anlamına gelen ‘adaletsizlik’, yazarın ifadesiyle ‘haklığın yokluğu’nu belirtmenin ötesine taşınmalı, alışılagelmış resim parçalanmalıdır. Judith N. Shklar ‘Adaletsizliğin Vehçeleri’nde meselenin asıl can alıcı ‘vehçesi’ni şu cümlede özetler:
“Hiçbir yasal sistem, topluma tüm karakterini kazandıran hukuki düzeni koruma görevine bağlı dürüst ve tarafsız yetkililerce yönetilmedikçe adil olmaz.”
Hiç yoruma ihtiyaç yoktur bu cümlenin. Adaleti temsil eden kişi adil olmadıkça ‘adaletsizlik’ kaçınılmaz ona göre. ‘Kendini bastıracak adaletin olmadığı yerde adaletsizlik hâkim olur’ her şeye.
Türkiye, ne yazık ki Judith N. Shklar’ın tam da tarif ettiği bu adaletsiz düzeni yaşıyor.
HUKUKUN MUKEDİRE GÖRE AMAÇSAL/KEYFİ YORUMU
Uzaktaki güzel ülkemde çok uzun yıllardır hukuk kamuoyunda “lafzi” yani kuralın mevcut içeriğini dikkate alan bir yorumun kötü bir şey olduğu, özgürlükçü olmadığı ve hatta “gerici” bir yaklaşım olduğu; “amaçsal” yorumun ise daha ideal, daha doğru ve “ilerici” hatta özgürlükçü olduğu düşüncesi hâkimdir.
Nitekim 2017 yılındaki Anayasa Referandumunda mühürsüz oyları geçerli sayan YSK üyelerinden biri, kanun açıkça “mühürsüz oylar geçersizdir” demesine rağmen bunları geçerli saymanın çok ağır bir hukuk ihlali olduğunu hatırlatığında, kızgınlıkla verdiği yanıtı şöyle olmuştu:
“Biz burada lafzi değil amaçsal yorum yapttık. Amaçsal yorum daha demokratik değil mi? Ne yani vatandaşın o kadar verilmiş oyunu geçersiz mi saysaydık? Zaten eski dönemde de YSK açık kanun hükümlerine rağmen bu türden amaçsal yorumlar yapmış.”
Anavatanımda yargıç, yıllardır yaşamakta olduğum Fransa’da ve genel olarak Avrupada hukuk kamuoyunun anlayışının tam tersi olarak kanuna, Anayasaya ve uluslararası hukuka göre değil, bugünkü muktedirin işaretine ve konjonktüre göre keyfi yorum yapılarak karar vermektedir.
Geçen hafta CHP’li Bayrampaşa Belediye Başkanı Hasan Mutlu’nun tutuklanma gerekçesi şu: Kuvvetli suç ve kaçma şüphesinin varlığı ve adli kontrol önlemlerinin yetersiz kalacağı endişesi.
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, olası bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekrem İmamoğlu’nu karşısında rakip olarak görmemesi için başlatılan operasyonlar dizisi boyunca bu gerekçeyi çok duyduk.
Şu anda Silivri’yi dolduran, bazıları eziyet olsun diye başka illerdeki cezaevlerine de nakledilen “torba soruşturma” kurbanlarının hemen hepsi için aynı gerekçe yazıldı
Birkaç kelime söylediği için Cumhurbaşkanı’na “fiili saldırı” yapacağı iddia edilen Fatih Altaylı gibi, artistleri sokağa dökerek hükümeti devirmeye teşebbüs ettiği iddia edilen Ayşe Barım gibi “tutuklular” da aynı gerekçeyle halen hapishanedeler.
Bu tutuklama gerekçesine artık keyfi “hayalet gerekçe” demek gerekiyor.
Adalet, hukuk yoluyla insana hizmet eden yüksek bir değerdir. Hukuk düzensizliklerin, keyfi davranış ve uygulamaların, ölçüsüzlüklerin tersidir
YARGININ SİYASALLAȘTIRILMASI
Hukuku muktedirin beklentisi yönünde amacsal yorumu yapılarak mühürsüz oyların geçerli sayıldığı 2017 Referandumu ile Türkiye’de rejim değişti ve “Yeni Saray Rejimi” kuruldu. Bugün Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı var. AKP iktidarı, ana muhalefet partisi CHP’yi etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Oysa Türkiye Cumhuriyeti, tek partiden çok partiye, partili cumhurbaşkanlığından tarafsız cumhurbaşkanlığına geçerek demokratikleşmişti. Bugün bu süreç tersine çevrilmiş durumda…
Türk adliyesi, 15 Temmuz darbe girişiminden önce AKP iktidarı tarafından Fetullahçı çeteye teslim edilmişti. O günlerden bugüne çok şey değişmedi. Artık onlardan boşalan kürsülerde parti rozetli hakimler ve savcılar oturuyor ve tanıdığımız yöntemleri kullanıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Heybedki büyük turplar ortaya çıkmadı’/“CHP’li belediyeleri silkeleyin” çağrısı üzerine devreye giren ve CHP’nin İstanbul’da kazandığı 26 Belediyenin 10’unun başkanını tutuklayan bir yargı var. Tek suçları AKP’ye karşı seçim kazanmak olan belediye başkanları günlerce gözaltında tutulup ağır hastalıklarına karşın tutuklanıyorlar. Düşman ceza hukukundan söz ediliyor, ancak düşman ceza hukukunun da bir kuralı, bir onuru vardır. Bu yapılanlar düşman ceza hukukunu aşmaktadır. Yapılanlar bir zulümdür.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Erdoğan’ın “Hükümetle ne alakası var. CHP’liler birbirleri aleyhinde birtakım suçlamalarda bulunmuşlar, bağımsız yargı da gereğini yapmış” açıklamasının ertesi günü Tandoğan Mitinginde, İstanbul’da kayyım atayan ve kongreleri durduran Asliye Hukuk hakiminin sınava AK Parti rozetiyle girdiğini, iktidara bağlı makamlarda avukatlık yaptıktan sonra hakim atandığını söyledi
Özgür Özel’in anlattıkları kamuoyunda absürt karşılandığını sanmıyorum, bilakis karşılık buluyor. Sonuçta dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yücel Kocaman’ın nikah defterini imzalar imzalamaz eşini ve nikah şahitlerini de yanına alarak Beştepe’ye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini öpmeye gittikleri bir yargı ve bir ülke gerçeğimiz var. Dahası parti rozetli, partide görev yapmış isimlerin HSK’ya atandığı, yargıçların iktidara yakınlıklarını açıklamaktan çekinmedikleri bir dönemden geçiyoruz.
“YARGISAL ȘİDDET”
İktidar ve şiddet birbirlerinin karşıtıdır. Şiddet iktidarın tehlikeye düştüğü durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle şiddet, güçsüzlüğün bir göstergesi. AKP, halk desteğini yitirdiği, iktidardan düşme olasılığı ortaya çıktığı için şiddete başvurmakta. Burada sözünü ettiğimiz şiddet, sadece kolluk güçlerinin toplanma ve ifade özgürlüğü hakkını barışçı bir biçimde kullanan kalabalığa karşı orantısız güç kullanması gibi fiziksel şiddet değil. Bunun yanında bir de “yargısal şiddet” söz konusu. İktidarın talimatıyla hareket eden savcı ve yargıçların, suçlar icat edip sadece bir siyasal partiye mensup oldukları için masum insanları tutuklayıp cezaevine göndermeleri de bir tür şiddet.
Kanıtlara ulaşmak için eskiden fiziki işkence devredeydi. Şimdi ise psikolojik işkencenin her türlüsü devreye sokuldu. İtiraf et, suçla ve hemen bu akşam ailene çocuklarına kavuş. İmzala şurayı, deniyor; yoksa aylarca, yıllarca yatarsın tehdidi yapılıyor. Olmadı İstanbul’dan yüzlerce km uzak hapishanelere sürgüne gönderiliyor. Suçsuzluk karine değil, peşinen suçlu ilan edilmeleri bile bir işkence türüdür.
Burada adaletsizlik duygusu özel bir öfke türü olarak ‘hakkımız olan şeyi alamadığımızda hissettiğimiz’ şeydir. Bunu yapana dolaylı dille ‘zalim’ demiş olmalıydı Mevlana da. Doğudan Batıya binlerce yıldır insanın ayağa kalktığı veya sığındığı eşik burasıdır. ‘Haksızlık karşısında susmayı dilsiz şeytan’ olmaya benzeten bizim zihin dunyamız, adaletsizliğin bunca siyasi çıkar vehçesine büründüğü bir ülkede, konuştuğu dili gözden geçirme ihtiyacı gerçekten duyabilir mi ? Adalet bize lazım olduğunda değil bir fırtınaya tutulmuş adaletsizlik bir iklime dönüştüğünde esaslı bir mesele sayılmalıdır çünkü.
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 19 Eylül 2025

YORUMLAR