Eskişehir’e ilk kez 2002 yılında gitmiştim. O yıllarda Eskişehir, sessiz, neşesiz, içine kapanık bir Anadolu kentiydi.
Alt yapı çalışmaları nedeniyle tüm caddeler kazılmış, her taraf toz içindeydi. “Eskişehir’in kışı çamurdan, yazı ise tozdan geçilmez” demişti, birlikte yolculuk yaptığımız genç ve sözlerine şöyle devam etmişti: “Bizim, Porsuk Çayı’mız vardır: Sümerbank Dokuma Fabrikası’nda hangi renk kumaş dokunmuşsa Porsuk Çayı o gün, o renkte akar.”
1995 yılında, bu kez uzun bir süre kalmak üzere geldim Eskişehir’e. Bu gelişte Eskişehir bilginin cenneti olarak karşıma çıkmıştı.
Kente 30 km. uzaklıkta bir köye atanmıştım öğretmen olarak. Hatay’da alışageldiğimiz kalabalık sınıfların yerine 15 kişilik sınıflar karşıma çıkmıştı. İlk ders, tanışma faslının ardından çocuksu sorular çıkmıştı karşıma. Hele bir öğrencimin, “Öğretmenim siz nesiniz?” sorusu beni şaşırtmıştı. Birkaç denemeden sonra, çocuk soruya açıklık getirmişti: “Yani siz, Tatar mı, Çerkez mi, Muhacir mi yoksa Manav mısınız? Ben de kestirip “Manavım” demiştim. Sonradan öğrendim ki Manav, “yerli” demektir.
Süreç içinde şunu öğrendim: Eskişehir, bir yandan Balkan, bir yandan Kafkas, bir yandan da Kırım’ı içine alan çok sayıda kültürel zenginliği içinde barındırmakta.? Ya Antakya! Antakya’da dillerin ve dinlerin harmanlandığı bir kent değil mi? Sabahattin Yalkın Ağabeyin deyişiyle, “Kara saçlı, kara derili, kara gözlü insanlardan, sarışın, mavi gözlü, beyaz tenlilere dek, renk renk insanlar… Türk, Arap Çerkez, Türkmen, Kürt, Rum, Yahudi, Nusayri, Hıristiyan, Müslüman… Bu toprakların kendi dilleri, kendi yaşam biçimleri içinde oluşturdukları mozaik yapıyı düşünün…”
Eskişehir’in bu çok kültürlü yapısını öğrenince kenti bir başka sevdim.
Eskişehir, ilk gidişimden bugüne, bende hep ayrı bir yere sahip olmuştur. Çünkü farklı kültürlerin bir arada ve kardeşçe yaşamaları, bir yanıyla hep Antakya’yı çağrıştırmıştır.
“Kentler arasında, kültür ve sanat insanlarını buluşturmak, tanışmalarını ve kültür- sanat alanındaki birikimlerini paylaşmalarını sağlamak.” amacıyla “Kültür ve Sanatta Kardeş Şehirler” adlı bir proje geliştirmiştik TYS Eskişehir Temsilcisi Rahmi Emeç’le birlikte. Böylelikle, sanatçıların ve bilim insanlarının görüş alışverişini, tanışmalarını, ortak projeler üretmelerini sağlamış olacaktı.
Bu amaçla 26-27 Eylül 2009 tarihlerinde sanatçılardan oluşan, Eskişehirli kalabalık bir grubu güzel kentimizde ağırlamıştık. 26 Eylül Cumartesi günü Ahmediye Camisi avlusunda bir etkinlik yapmış, bir gün sonra ise kentimizin tarihi ve doğal güzelliklerini gezdirmiştik. O zaman övünebileceğimiz cennet bir kentimiz vardı.
10-11 Ekim 2009 tarihlerinde ise bu kez biz, kalabalık bir sanatçı grubuyla Eskişehir’e gitmiştik. 10 Ekim günü hemşerimiz, Anadolu Üniversitesi Rektörü Sayın Fevzi Sürmeli’yi ziyaret etmiştik. Zaten 20 kişilik grubumuzu Fevzi Bey, üniversitenin konukevinde ağırlamıştı, Eskişehir’i doya doya yaşamıştık. Frigya Vadisi gezisini hala unutamıyorum.
Sevgili Rahmi Emeç bir yazısında, “Sanatın olduğu yerde hangi ulustan olduğumuz, hangi renkten olduğumuz önemli değildir… demişti.
Antakya’da, dünyanın kirlenen yüzünü, sanatın kardeşliğiyle süpürebilirsiniz…” demişti. Ne güzel söylemiş!
6 Şubat Pazartesi sabahı, yalnızca ülkemizin değil, insanlık tarihinin yaşadığı en büyük depremlerden birine uyandık. On bir il, sayısız ilçe ve köyde on binlerce insanımız enkaz altında kalarak yaşamını yitirdi. O sabah, sadece insanlarımızı değil, şehrimizi, kültürel varlıklarımızı da kaybettiğimizi anladık. Gün aydınlanınca gördük ki birkaç bin yıllık sevgi ve hoşgörü kentimiz Antakya yok olmuştu. Binlerce yıllık tarih enkaz altında kalmıştı. Bundan sonra, bizim oraların ortak adı “afet bölgesi” oldu.
Dört gün, aracın içinde kıvranıp yaşamımı sürdürmeye çalıştım. Evim girilecek durumda değildi ve güvenli bir liman olarak Eskişehir’e sığındım. Canım arkadaşım Rahmi Emeç, Erol Büyükmeriç oradalar. Üç yılımı birlikte geçirdiğim can arkadaşlarım Fatma, Hacer, Bilginur, İsmet, Çiğdem, Yüksel bey oradalar. Edebiyat Fakültesi’nde dört yıl aynı sınıfta okuduğum Sevgili Canan Hoca ve eşleri eğitimci Ali Bey….Ve hepsi bizi öylesine bağrına bastılar ki, tam bir aile sıcaklığı. Ve en önemlisi canım oğlum ve arkadaşları var yanımızda. Zaten oğlum bir yıl öncesinden evimizi hazırlamıştı. Hem de Odunpazarı’nda.
Emekli okul müdürü, Ayhan Tetik Hocam, yeni ev sahibim. Ev sahibi olmaktan öte candan bir dost. Ailecek, iyilikten başka bir şey yok hayatında.
Odunpazarı. Şehrin tarihi ve kültürel dokusunu yansıtan, Osmanlı döneminden kalan evleri, dar sokakları ve taş yapılarıyla…aynı benim eski Antakya’m. Modern Sanatlar Müzesi, Balmumu Müzesi, El Sanatları Çarşısı, Ataol Behramoğlu Müze Evi ve Kitaplığı… Onlarca atölye size kucak açmış
Eskişehir kültürel anlamda da her zaman beni tatmin etmiştir. Herkesi tatmin edeceği de kesin. Bir taraftan da Antakya’mızı unutturmamak için “Yaralarımızı Sarıyoruz.” Başlıklı toplantılarımız devam ediyor. Devam edecek de
Antakya’yı, o güzel Antakya’yı çok özleyeceğiz.
Antakya vardı, Antakya var, Antakya var olcaktır!