1918’in yorgun bir hikâyesi…
Hikaye hep aynı şekilde başlar anlatılmaya… ‘Kadim’ denir o ilk kelimede, yorgun adımların hikayelerinde yaşamlarını sırtına yüklemiş ve bu coğrafyadan göçmüşlerin gerisinde birikenleri unutmamak için de her daim tekrarlanır. Peki, Batıayaz’daki, kubbesi açık kalmış Ermeni Kilisesi de buna mı dair?
Atılan her adımında, ‘kaybolan hayatların’ ev sahipliğinde olduğunu hatırlatan taş merdivenlerin tepeye doğru yükseldiği yerde başlar hikâyesi. Yorgundur… Çokça vazgeçmiş hatta… Ama ‘buradayım’ deme ısrarından asla vazgeçmez. Çünkü ‘bu toprakların sesi’ olduğunu bilir. Geride kalsa da yaşamın esintisi, bugüne ekli hayatın içine katar fısıltısını, hikâyesinden kalan kelimelerini…
Burası, Batıayaz. Batıayaz’ın orta yerinde yükselen bir tepenin göğe en yakın yeri… Kiminin ‘Asdvazazin’ olarak da ifade ettiği, Batıayaz Ermeni Kilisesi. Ona dair anlatılan mı? Genelde aynı… Denildiğine göre, 1918 yıllarında yapımına başlanılmış, ama tamamlanamamış. Ülkenin içinde olduğu zorlu şartlar, Ermeni kimliği üzerindeki baskılar ve ardından yaşanan zorunlu göçün etkisiyle belki… Bölgede yaşayan Ermeni nüfusun gitmesiyle de yalnızlığı pekişmiş. 1939’larda yeniden yapımı için girişimde bulunulmuşsa da, olmamış. Hikaye, rüzgarın fısıltısına takılı kalmış.
-RÜZGARIN FISILDADIĞI-
Bu konuda söylenenler mi? O fısıltıya dair konuşan mı?
“Buraya geldiğinizde, tepeden uzağa, çok uzağa yayılan hayatların hüküm sürdüğü tüm o toprakların uçsuz bucaksız haline şahitlik ediyorsunuz. ‘Bir zamanlar’ diye başlayan o kadar hikaye var ki bu topraklarda, siz bile tahmin edemezsiniz. Ne sayısını ne de o sayının içine battığı hüznün derinliğini. Yok, kimse konuşmaz. Konuşmak da istemez. Asıl korkutucu olan da budur ama, bilir misiniz? İnsan, hüznünü paylaşmaktan korkar mı? Hüznüne ekli öfkesini kelimelere dökmekten çekinir mi? Hayır mı? Yanlışsınız! Hem korkar, hem çekinir…
Buraya İstanbul’dan ilk geldiğimde, aşağıdan yukarıya çıkarken, her bir basamakta soluk aldım. O her nefes alış verişte durdum. Beni yukarıda bekleyeni düşledim. Bu öyle bir şeydi ki, adımlarımı o en son basamakta yukarıya taşıyamadım. O en son basamakta çöktüm, kaldım. Bitmemiş, bitememiş, yarım kalmış, yarım bırakılmış hayatların o yalnızlığına bakıp da çöktüm. Bir süre kalkamadım ayağa. Ağlamışım… Yanımdaki arkadaşlarımın el atmasıyla kalkabildim. Sonra da içeriye yürüdüm.
Size bakan şey, ruhsuz taş bir bina değil, ki eğer ona baktığınızda gördüğünüz şey kayıp ruhların çığlığıysa eğer! Elimi Kilise’nin taş duvarlarına ilk koyduğum an, elektrik akımına kapılmak gibi bir şeydi. Kafanızda ışıklar yanıp söner ya… Binlerce bulanık fotoğraf karesinin içine düşer ve boğulur gibi hissedersiniz ya… Bu öyle bir şey! İçeride gezinirken gözyaşlarımı tutamadım. İstanbul’da yaşayan bir Ermeni olarak, Anadolu’nun Ermeni kimliğinde kalmış, kalabilmiş burası için gözyaşlarımı tutamadım. ‘Bir zamanlar’ dedim kendi kendime… Derken de, o zamanların ne kadar geride, ne kadar geçmişte kaldığını hatırladım. Bu ne hissettiriyor, biliyor musunuz? Acı… Yüreğinizi dağlayan bir acı… Tarifsiz bir acı… İçine daldığınızda sizi de kendisiyle beraber sürükleyen bir acı…”
Kalbini Hatay’ın Batıayaz noktasına bırakan, ama konuşurken de ‘Aman, ismimi yazmayın, ne olur ne olmaz’ diye de ekleyen misafirimiz bir konuda ısrarlı oldu… “Benim için, ‘İstanbullu bir Ermeni’ deyin… Anlarlar!”
Sözlerinin sonu mu?
“Bir daha gelir miyim? Bilmiyorum. Zor. Buraya benim gibi gelenler ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum ama… Kendimi biliyorum. Buradaki hikayelerin kalbimi ne kadar nefessiz bıraktığını biliyorum. O kadar çok ki buradaki yalnızlığa gömülü kalabalıklar, o kadar hüzün dolu ki yalnızlıklar, İstanbul’a da onlarla gidiyorum desem! O yüzden tek geldim, ama şimdi çok kalabalığım. Hüzün dolu, ama mutluyum. Yalnızlıklarını paylaştığım ruhlar adına hele ki…
Şu an 71 yaşındayım. İnsanoğlu bu yıllar içinde o kadar çok acı biriktiriyor ki… Hele ki başkalarına anlatamadığı o kadar çok anıyla bir ömür geçiriyor ki… Şimdi daha çok anım var. Başkalarının yarım kalmış hayatlarının anıları. Bir zamanların Anadolu’sunun eksik kalmış parçaları… Çocukları, gençleri, yaşlıları, erkekleri, kadınları… Çokça unutulanları… Onlara sahip çıkın. Onlar, bu toprakların ruhları. Bedenleri çok uzağa düşmüş yaşamları. Onları unutmayın…”
-RESTORE EDİLİR Mİ?-
Eldeki anlatılanların kıyısında duranlar, haklı olarak, buraya dair ‘neden bir şeyler’ yapılmadığını soruyor, sorarken de, “İnanç turizmi diye birbirlerine slogan atanlar, eldekinin bakımını ve onarımını yapıp bu coğrafyanın hikâyesini gelenlerle paylaşsa iyi olmaz mı?” diye ekliyor.
Yüksek sütunlu taş yapısıyla düne dair çok şey anlatan kilisenin, yüzlerce yıl Ermenilere ev sahipliği yapmış bu coğrafyanın bir tanığı gibi beklediğinin altını çizenler haksız mı? Peki ya burası için, ‘yaşayan bir tarihin geride kalan anıtı’ diyenler!
Evrensel Yazarı Aydın Çubukçu’nun, Tahir Elçi’nin dibinde öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’ için yazdığı yazıda dediği gibi… “Taş niye ağlamasın? Taş niye kanamasın? İçinde; insanın dünyası, ruhu, inancı, kederi, acısı varsa, o taş olmaktan çıkar, insan hayatının her derdiyle hemhal bir parçası olur…”
Batıayaz Kilisesi de bağrında birçok acıyı, sevinci taşıyor. Biraz da bu yüzden, daha fazla sahiplenilmeyi hak etmiyor mu?
İstanbul’dan gelen misafirimizin dediği gibi…
“Onlara sahip çıkın. Onlar, bu toprakların ruhları. Bedenleri çok uzağa düşmüş yaşamları. Onları unutmayın…” -Tamer Yazar-