Sistematik olarak ilk defa (öğrencilik ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux Üniversitrsi’nde) 1887’de çalışmaya başlayan, sosyolojinin kurucu babaları Emile Durkheim tarafından kullanılan anomi kavramı toplumsal bir hastalık olarak kural tanımazlığı ifade eder. Başka bir ifadeyle, toplumsal yapıdaki normlar ve kuralların işlevini yitirmesiyle ortaya çıkan başıbozukluk, dengesizlik ve karmaşa durumu anomiye tekabül eder. Usulsüz imar, ihale gibi sorunlardan rant kapma, kaçak yapı ve kaçak elektrik kullanımına, devletten maaşın kesilmemesi veya maaş bağlanması için resmen boşanıp fiilen/dinen(!) evli yaşamaktan, zekâtı vergi borcuna sayma kurnazlığına değin sayısız kuralsızlık birer anomi göstergesidir. Bireysel davranışları tanzim edici sosyal ahlak normlarının alt üst olmasını ve davranışlar üzerinde müessir kuralların bulunmamasını ifade eden anomi halinde toplumsal dokular gevşer, maşeri vicdan derinden yaralanır, doğru-yanlış konusunda ahlâkî rehberlik kaybolur ve nihayet yön yitimi kaçınılmaz olur.
Akademik alanda yapılan araştırmalar, “Nüfusumuzun yüzde 85’i kuralsızlık ortalamasını aşan tavırlar ve anlayışlar içinde” ifadesi vahim vaziyeti yeterince açıklıyor. Belli ki toplum olarak kuralsızlığı kural gibi algılamaya teşne halde yaşıyoruz. Hemen her birimiz her türlü kuralın esnetilebileceğine veya arkasından dolanılabileceğine dair güçlü bir inanç taşıyoruz. Kural esnetmeyi ve çok kere de kuralı bertaraf etmeyi normal bir davranış olarak görüyoruz. Hâl böyle olunca, memleketteki her on kişiden yedisi memuriyet veya bir mevki için torpil gerektiğini, her on kişiden altısı amaca giden yolda her şeyin mubah olduğunu ve yine her on kişiden beşi zamana ve mekâna göre ahlâkî normların pekâlâ değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliyor.
***
Tanzimat’tan beri parçalanmış bir zamanın yaşandığına atıfla modernleşme sürecinin yarattığı sancıların psikolojik izdüşümlerine dikkat çeken Tanpınar’ın söylediği gibi her daim içimizden ikiye bölünmüş halde yaşıyoruz, yaptığımızın çoğuna tam inanmıyoruz; çünkü bizim için başka türlüsünün de daima mevcut olduğunu düşünüyoruz. Bundan dolayı da kendimize birkaç farklı meşruiyet ölçütü oluşturuyoruz. Böylece kendi kendimize verdiğimiz veya başka birinden istimdatla elde ettiğimiz cevaz fetvasıyla yolumuzu bulmayı başarırız. Hele bir de iktidar paylaşımı mensubiyetimiz varsa, bu durumda üçüncü bir kapımız olur. Üç ayrı meşruiyet ölçütü ve bir o kadar da çıkış kapısı bulunan kişinin “güvenilir insan” profili çizmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir insan üç ayrı kişilik, üç ayrı doğru, üç ayrı çıkış yoluna sahiptir. Kendimize bol seçenekli meşruiyet ölçütleri oluşturmamızın asla güven telkin etmeyen, her an farklı ölçütler arasında sörf yapabilen, dolayısıyla ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen bir insan tipi ürettiği izahtan varestedir.
Medyadan izliyoruz, bugüne duyup işitmediğimiz akıl almaz olaylara tanık oluyoruz. Örneğin herkes silahlanmış ve herkes biribirini vuruyor. Kafelere, Devlet Hastahene Acil Servisine silahli saldırılarda bulunuyor. Güvensiz bir alanda “doktor dövme özgürlüğü” lafının sağlıksız söylemi artık şaşırtıcı veya bir zamanlar görüldüğü gibi “matrak” bile değil! Ortalığa geçen haftaya düşen bir haber var ki böylesine hiç tanık olmamıştık. Konya’da Necmettin Erbakan Üniversitesi Ílahiyet Fakültesi’nde iki hoca… Bunlar öğrencilerine İslam’ın esaslarıyla birlikte dinimizi öğretmekle yükümlü. Her ikisi de aynı unvanı taşıyor. Prof. Dr. Meğer onların da arasında ‘husumet’ varmış… Ve dekanlık ofisinde birbirleriyle karşılaşınca kapışmışlar. Önce yumruklar konuşmuş sonra silahlar çekilmiş. Șansları varmış ki ölen olmamış, biri kurşunla ayağından yaralanmış.
Sadece kira ve ev sahibi kavgasında onlarca gözaltı, ölü ve yaralamalar yanında her gün sosyal medyaya çıkan görüntüler ürküntü vermekte: Saldırılar, dayak atmalar, sopalı kavgalar, küfürleşmeler, yumruklaşmalar kolektif kavgalara dönüşmekte. Mahalleler aşiret yerleri gibi gözüküyor. Dehşet verici bir şiddet sarmalı toplumsal alanı sarmış vaziyette. Bu kadar güvencesiz bir alan içinde insanlar nasıl yaşayabilecekler, beslenebilecekler, hayatın tadını çıkarmayı başarabilecekler? Çok küçük bir azınlık dışında hayatta kalma, rahat ve sakin bir nefes alma imkânı neredeyse kalmamış durumda! Polis bile bu kolektif kalabalık kavgaları ayırmakta zorluk çekmekte. Hatta kiracı kavgalarında silahını bile gasp edilmekten kurtaramamakta: İnsanlar akıllarını yitirmiş gibiler. Sinir ve gerginlik hezeyan nöbetlerine dönüşmüş. Toplumun olmayan sistemi, hastalıklı vaziyette.
***
Hastalığın tedavi yeri politika değil, simgesel/toplumsal genlerdedir. Politika en hasta tarafımızdır. Partili Cumhurbaşkanlığı amorf sistemi, yurttaşlarımız arasında saygı, sevgi gelenek, ülküdaşlık, dayanışma kavramlarıyla birlikte toplumsal ahlakı da yok ediyor… Halkımızı yandaşlar ve karşıtlar diye bölüyor. Politikaları belirleyen şey temel haklar değil, dini, ideolojik talepler ile ranta bağımlı ekonomik çıkar oluyor. Politik güç hemen her zaman iktidarı destekleyen grubun lehine, karşı olanın aleyhine işleyerek “biz” ve “onlar” ayrımını canlı tutuluyor.
Şeytanlaştırma tek taraflı işleyen bir mekanizma değil. Bütün taraflar, birbirlerini şeytanlaştırıyor. Yankı odalarına hapsolma durumu var. Herkes kendi tarafının sesini dinlemeye meraklı. Herkes Türkiye’nin kendi dünyasından ibaret olduğunu düşünüyor. Sahip olanlarla, olmayanlar arasındaki mesafe gittekçe büyüyor (nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesimi toplam servetin yüzde 69,8’ine sahip). Sahip olanların kibri yüzünden, görgüsüzlükleri, kabalıkları yüzünden kendilerine ulaşılamıyor. Asla hak etmemiş küçücük yaratıkların egemen olduğu bir “güruh ortamı” hızla büyüyor ve toplumu esir alıyor. İnsanın olmadığı yerde ise haysiyet, yok oluyor, vicdan denilen en kutsal duygu ise sözlüklerden dahi siliniyor…
Bu sözcüklerin toplumu terk ettiği ülkelerde ise bambaşka üç sözcük topluma egemen oluyor, benlikleri esir alıyor : Güç, hırs, para!
Toplumun en üst katmanından taa dibine dek insancıklar bu güdüler tarafından yönetilmeye başlıyor… Sırf bu sözcükleri temsil edenlere yakın olmak, meşrebine, bulunduğu sosyal konuma göre siftinebilmek uğruna insancıklarda yaltaklanma, tapınma, ait olma duyuları gelişiyor… İnsanlık susarak ölüyor. Gözlerinin önünde olup bitene bakıyor ama görmüyor… Mutsuz, sevgisiz insanların yaşadığı dünyaya doğru gidiyoruz. Muhabbetsiz bir dünyada yaşamak korkutmuyor kimseyi. Paranın gözü kör olsun… Görmemiş, doğru dürüst tüccar bile olamamış insanlar, din ile siyaset tüccarlığını yüceltip ülkeye egemen olunca, belki onlar dibi görmezler, para ve zenginlik içinde yüzüp dururlar ama bu millet, çoğunluk olarak dibi boylar, millet demek ülke demek olduğuna göre… Anımsayın, o dönem halk, seçmenleri “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyerek durumu kabullenmişti. Ama şimdi?!
***
Tuhaf zamanlar yaşıyor ülke; eskiden, “Ahlâklı olmak için dine ihtiyaç yok” diyen seküler çevrelere karşı dinsiz bir ahlâkın olamayacağını savunulurdu. Gariptir ki şimdi de, “Dindar olmak için ahlâka ihtiyaç yok” anlamına gelen bir “müslümanlık” anlayışına; iyi müslüman olmayı kılık kıyafete, modern hayata, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyete karşı ahlâksız dindarlık olamayacağını savunmak durumunda kaldık.
Ahlak, bilindiği gibi, doğruluk, dürüstlük ve erdemin bütünlüğüdür. Bu değerlerin, ülke yönetiminden başlayarak aşırı derecede aşınması sonucu oluşan ortamın toplumsal yaralar açması kaçınılmazdır. Hukukta yaşanan olumsuzlukların (hukukun üstünlüğü sıralamasında 140 ülke arasında 116. sıradayız), demokratik duyarlılık yokluğunun ve iç denetim eksikliğinin beslediği ahlak yıkımı, düşünce yaşamından ekonomiye, basın-yayından üniversiteye, toplumsal yapının tamamını bir ahtapot gibi sarıyor. Özellikle kamu ihaleleri, kamuya ait doğal kaynakların ve tesislerin yağma edilircesine satışı, kamuda işe almalarda sergilenen yandaş yaklaşımı, son zamanlarda aşırı/yeni boyutlar kazanıyor.
İktidarın çevresinde kümelenen kimi üst düzey bürokratın “ dört-beş yerden” maaş almalarının, bu maaşların yasa ve yönetmeliklere uygunluğundan ve yüksekliğinden bağımsız olarak, ahlaki açıdan onaylanır hiçbir yönü yoktur ve olamaz. İktidar bu konuda da tam bir duyarsızlık gösteriyor; daha doğrusu, başta basın-yayın olmak üzere toplumun ses çıkarması gereken kesimleri çok büyük ölçüde iktidara bağımlı kılındığından, meslek kuruluşları ve sendikalar ise zayıflatıldıklarından, duyarsız kalabiliyor. Daha da ahlak dışı olan ve siyasal ekonomi açısından asla gözden uzak tutulmaması gereken kamuda süren bu çoklu yüksek maaşların, “Beşli Çeteye” ödenen milyarların açlık sınırının altında bırakıldığı maaşlarla yaşayan yoksul halkın ödediği vergilerden karşılanıyor olmasıdır. Özetle, ahlaksızlık, siyaseti, toplumu de çürütüyor!
“Nasıl çıkacağız bu durumdan?” sorusu artık Gayya kuyusu sorusu değil mi? Anomik halimiz her yere yerleşmekte.
Çocukluğumu, ilk gençliğimi ve orta yaşlarımı hatırlıyorum.
Türkiye’deydim, ama Türkiye artık orada değil.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.