Antakya’da Kültür-Sanat

Hazırlayan: Mehmet Karasu Antakya Kitaplığı: Mekruh Kadınlar Mezarlığı/ Ayla Kutlu Mekruh Kadınlar Mezarlığı, Hataylı Yazar Ayla Kutlu’nun yapıtı “Doğanın üretmeye güdülenmiş sonsuzluğundan, Zamanın taşımaktan bıkmadığı sabrından, Yaşanan an’ın algılanamayan sarmalından, Dişiliğin yaşamı sürgit coşturan yaratıcılığından, Erilliğin hem hoyrat hem incinir gücünden, Gerçeğin masallaşmış kalıntılarından, Utangaç, kuşkucu, küskün ve hızlı erir bir gölge gibi hayallerden, Ve… […]

Hazırlayan: Mehmet Karasu

Antakya Kitaplığı: Mekruh Kadınlar Mezarlığı/ Ayla Kutlu
Mekruh Kadınlar Mezarlığı, Hataylı Yazar Ayla Kutlu’nun yapıtı
“Doğanın üretmeye güdülenmiş sonsuzluğundan, Zamanın taşımaktan bıkmadığı sabrından,
Yaşanan an’ın algılanamayan sarmalından, Dişiliğin yaşamı sürgit coşturan yaratıcılığından,
Erilliğin hem hoyrat hem incinir gücünden, Gerçeğin masallaşmış kalıntılarından,
Utangaç, kuşkucu, küskün ve hızlı erir bir gölge gibi hayallerden, Ve… Bal tadındaki dilden,
Sağılarak, özeyerek “Ayla Kutlu” ustalığıyla oluşturuldu bu yedi öykü. Toplumsal ve özgül tarihimizle coğrafyamızın tanıklarıdır.” (Arka kapak yazısı)

Konuk Yazar: Antakya Akademisi’nden Günümüz Felsefe Okullarına/Uğur Pişmanlık
Uygarlıkların beşiği Anadolu, aynı zamanda felsefenin de ortaya çıkıp, geliştiği ve yayıldığı bir coğrafyaydı.
Kilikya, Antik Çağ’da Anamur’dan Ceyhan (Misis) ve Antakya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyadır. Akdeniz kıyı şeridi boyunca uzanan bu coğrafyanın tam da merkezinde yer alan Tarsus, Kilikya eyaletinin Roma İmparatorluk başkentidir.
Kilikya eyaleti içinde doğuda Antakya (Antiochia), Anavarza, Misis gibi kentler yer alırken Tarsus’un batısında ise Pompeipolis (Soli), Diokaseria (Uzuncaburç), Olba, Elausa Sebaste, Krikos (Kızkalesi), Silifke (Seleukia), Taşucu (Holmi) ve Aydıncık (Kelenderis) gibi antik kentler vardı.
Eski dünyanın bilim ve felsefe merkezleri
Antik çağda Tarsus kadar önemli bir kent de hiç kuşkusuz doğunun kraliçe olarak anılan Antakya’dır.
Antakya tarihine ilişkin pek çok şey yazılabilir ve söylenebilir ancak burada iki önemli tarihsel olaya bir kez daha dikkat çekmek istiyorum: Antik Çağ’da Antakya’da yapılan Olimpiyat Oyunları ve bir felsefe okulu olarak Antakya Akademisi. Her ikisi de kentin geçmişindeki önemini ortaya koymaktadır.
Antik çağda, Anadolu’da çok az kentte olimpiyat oyunları yapıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında kentler arasında Afrodisias, Side, Perge, Hierapolis, Pergamon, Efes, Tarsus ve Antakya sayılabilir.
Antakya’da olimpiyat oyunları ilk kez M. S. 44 yılında yapılmaya başlanmıştır. Antakya Olimpiyat oyunlarının zaman zaman yasaklansa da M.S. 400. yüzyıla kadar devam ettiği sanılmaktadır. M. S. 393’te Roma İmparatoru Theodosius, I. Papalığın simgesi olduğu gerekçesiyle Olimpiyatları yasaklamıştır.
Kilikya bölgesinin felsefe okullarıyla anılan önemli kentlerinin başında Tarsus ve Antakya gelmektedir. Tarsus’un felsefe okullarına ve yetiştirdiği filozofların varlığı M.Ö. 3 yüzyıla kadar uzandığı bilinmektedir. Bu anlamda Antik çağda Antakya gibi tarihi önemli bir kentte Roma döneminde eğitim veren okullar ve felsefe okulları vardı. Bunlara dair somut bilgilere sahip değiliz. Antakya’da felsefe okullarının varlığına ise, somut olarak daha çok M.S.’ki yüzyıllarda rastlanmaktadır. Daha doğuda ise Eddesa (Urfa) Okulu vardı.
Antakya, Helenlerin, İbranilerin ve Süryanilerin yaşadığı kozmopolit bir kentti. Antakya, Antik çağda özellikle Roma ve Bizans’ın etkisi altında kaldı. Helen dili ve kültürü bu kentte oldukça güçlüydü. Kent, en parlak dönemini Selefkoslar zamanında yaşadı.
Tarihsel, kaynaklardan, Antakya Akademisi olarak bilinen bir okulun varlığı bilinmektedir. Antakya Akademisi, geç antik çağ diye adlandırabileceğimiz M.S. 4. yüzyılda kurulduğu sanılmaktadır.
Asuri/Süryaniler, M.S 4. yüzyılda Süryaniler Antakya’da bir akademi kurdular. Antakya Akademisi, daha çok teoloji dersleri vermekle birlikte felsefe, matematik gibi konulara da eğiliyordu.
Bir yandan tek tanrı inancı yaygınlaşırken, İsa’nın ortaya çıkışı ile birlikte başlayan değişim süreci, paganizminde sonuna gelindiğini gösterdi. Hıristiyanlığın doğuşuna kaynaklık etmiş kentlerden biri Tarsus ise diğeri Antakya idi. Hıristiyanlığın kurucusu Aziz Pavlus (St. Paul) Tarsusluydu. Aziz Pavlus ilk yolculuğuna başlarken önce Antakya’ya gider ve orada Aziz Pier (St. Pier)’i ve Aziz Barnabas’la buluşur. Hıristiyan (Christien) sözcüğü ilk kez Antakya’da kullanılır.
Pagan dinlerinin etkili olduğu bu dönemde en bilinen okul Antakya Akademisi idi. Adları pek bilinmese ve günümüze ulaşmadıysa da hiç kuşkusuz başka okullarda vardı.
M.S. 4. yüzyıldan itibaren Mezopotamya’da yayılmaya başlayan Hıristiyanlık dini ve bunun güçlü etkisi nedeniyle akademi karakter değiştirmeye başladı.
Başlangıçta daha çok felsefe ve bilimlerin çeşitli dallarının okutulduğu Antakya Akademisi, Hıristiyanlığın güçlenmesiyle birlikte daha çok Teolojik bir karakter kazandı.
Antakya Akademisi’nin en önemli üç filozofu, 4. yüzyılda yaşamış ve bir piskopos olan John Chrysostom (soyadı “altın-ağızlı” anlamına gelen) ile Libaniyos ve Apollinarius’tur.
Örneğin Tarsuslu Diodoros Antakya Akademisi’nde yetişen filozoflardan birisidir. “Diodoros, M.S. 2. ve 3. yüzyıllar arasında yaşamış Tarsuslu Teolog (İlahiyatçı). Tarsuslu Diodoros, M.Ö. 2. yüzyılda Suriye’de kurulduğu sanılan ve Kitabı Mukkades’in alegorik yorumunu benimseyerek, kitaba sadık kalan ve İskenderiye Okulu’na karşı katı bir tutum ortaya koyan Antakya Okulu’nda eğitim alarak yetişmiştir. Antakya Okulu’nda Tarsuslu Diodoros dışında yetişmiş bazı ilahiyatçılar arasında Aziz İoannes (John) Khrysostomos, Mopsuestialı Theodoros ve Kyrrhoslu Theododretes sayılabilir”. (Wikipedi)
Antik Çağ’da Antakya en önemli filozoflardan biri Libanius’tur. İlk eğitimini antakya’da almış olan “Libanius’un hitap ettiği kentler, Atina, İstanbul, Antakya idi. Libanius, M.S. 314 yılında senatör ailesinin çocuğu olarak Antakya’da doğdu. Daha sonra öğrenimini devam ettirmek için M.S. 336 yılında Atina’ya gitti. Burada öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’da öğretmenlik mesleğine başladı ve bir süre burda öğretmenlik yaptıktan sonra doğduğu şehir olan Antakya’ya M.S. 354 yılında yerleşti. Libanius, aileisinin seçkin sınıftan olmasının etkisiyle Antakya’da pagan düşüncesine sahip en önemli kişiydi. Libanius, Antakya’da Grek-Roma eğitim sistemine dayalı bir okul kurdu. Bu okulda Grek-Roma kültürüne bağlı kalarak rhetorica sanatını öğrenmeye başladı ve aynı zamanda Hristiyanlığa hoşgörü ile yaklaştı. Libanius’un öğrencileri değişik şehirlerden özellikle Atina’dan ve İstanbul’dan Antakya’ya öğrenim görmek için geliyorlardı. Libanius, M.S.393 yılına kadar öğretmenliğe ve ilmi çalışmalarına Antakya’da devam etti. Bizans Döneminde IV. Ve V. Yüzyıllarda Antakya Akademisi doğunun en önemli eğitim ve kültür merkezlerinden biriydi.
Libanius’un Antakya’da paganizm görüşü doğrultusunda eğitim veren okulunun bulunduğu sırada John Krisistom’un başında bulunduğu Hristiyan Teoloji Okulu da Antakya’da eğitim vermekteydi.
John Krisistom, 347 yılında Antakya’da doğdu ve bu şehirde eğitimini tamamladıktan sonra Lucian teoloji okulunun başına geçti. Antakya’da IV. Yüzyılın sonlarına kadar eğitim faaliyetlerinde bulunduktan sonra İstanbul’a çağrılarak Bizans İmparatorluğu’nun patriği oldu. John Krisistom, İstanbul’da patriklik yaptıktan sonra M.S. 407 yılında öldü”. (x)
Antakya’da Arap ve Suryani olmak üzere pek çok isimden söz edilebilir. Ancak bunlar hem bir filozoftan çok din adamıydılar. Antakyalı Mor Severiyos (Ö- 538), Antakyalı Yuhanon Rufos (Ö-515) Antakya Patriği Favlus Trayonö (Ö-581) ve Antakya Patriği Mor Gevergi (Ö-790) gibi hem Teolog’lardı ve yaşadıkları dönem geç antik çağa denk düşüyordu.
Hristiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte sadece Anadolu’de değil, Atina, Roma ve İskenderiye gibi felsefenin merkezi olan yerlerde de felsefe okulları gücünü ve etkisini yitirir.
Aynı coğrafyada yer alan Antakya ve Tarsus felsefe okulları hiç kuşkusuz varoldukları Antik Çağ’da önemli izler bıraktılar. Düşüncenin gelişimine ve kültür dünyasına bıraktıkları izleri bugün de sürmek ve felsefenin toplumsallaşması adına çaba içinde olmak son derece önemlidir.
Çukurova’da felsefe adına yapılan girişimlere bakıldığında Aratos dergisi öncülüğünde ve girişimi ile kurulan Tarsus’ta Aratos Felsefe Okulu, Silifke’de “Senarkos Felsefe Okulu”, Hatay’da Antakya Felsefe Akademisi” ve Adana’da Tabipler Odası ile ortak yapılan “Dioskorides Tıp ve Felsefe Okulu”nu önemli deneyimler olarak görmek gerek.
Bu anlamda 4 yıldır Tarsus’ta “Aratos Felsefe Okulu” ile 3 yıldır Antakya’da Antakya Kültür Derneği Başkanı Mehmet Karasu tarafından yürütülen “Antakya Felsefe Akademisi”, geçmişin felsefi izlerini süren ama aynı zamanda toplumsal kültür yaşamımıza günümüzün çağdaş ve aydınlanmacı felsefesiyle katkı sunan bir çaba içindedir.
Toplumsal yaşamın ileriye doğru değişip dönüşmesinde ve daha güzel bir dünya yaratılmasında felsefenin ve felsefe adına çabaların yol göstericiliği önem kazanmaktadır.

Haftanın Şiiri: Ölümsüzlük/Musatafa KÖZ
Eski sessizlikleri dinliyorduk,
bir kuş uzun uzun, bir çekirge kesik kesik
sözcüklerin toprak rengi sevinci
ağzı var, dili yok ölümsüzlüğün
uzar giderdi otlar, bulutlar üstünde.

Kış güneşi gibi ürkek, soğuk
atlarımız yorgun yaralı, menzil uzak
av hayvanları gibi kuşkuda, tez ayak
eski sessizlikleri dinliyorduk.

Orhan Kemal Öykü Yarışması ödülü Pürselim’in
Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin (ÇED) düzenlediği, geleneksel Orhan Kemal Öykü Yarışması’nı kazanan isim belli oldu.
Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin (ÇED) düzenlediği, geleneksel Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda, “Akılsız Sokrates” adlı öykü kitabıyla yarışmaya katılan Mehmet Fırat Pürselim’in ödülün sahibi olduğu açıklandı. ÇED Başkanı Halise Tekbaş yaptığı açıklamada, geleneksel hale getirilen ve bu yıl 10. kez düzenlenen Orhan Kemal Öykü Yarışması’na yurdun çeşitli yerlerinden çok sayıda edebiyatçı ve yazarın büyük ilgi gösterdiğini belirtti. “Türk ve dünya edebiyatına ölümsüz eserler kazandıran Orhan Kemal’in özellikle genç kuşak tarafından daha iyi tanınması ve eserlerinin okunmasını amaçlayan yarışmada, yazar Mehmet Fırat Pürselim’in ‘Akılsız Sokrates’ adlı öykü kitabı büyük ödülün sahibi olmaya hak kazanmıştır. Öykü dilinin inceliklerini taşıması, anlatımındaki içtenlik, yalınlık; anlatım biçimi, özgün kurgusu, Türkçeyi kullanmada gösterdiği başarı ve toplumsal koşulların bireyin ruhunda açtığı derin yaraları, sancılı ilişkileri anlatırken kara mizahı başarıyla kullanması gibi özellikleri de değerlendirilen Pürselim’in eseri, Seçici Kurul tarafından, ‘ÇED 10. Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne değer bulunmuştur” dedi. Tekbaş, 10. Orhan Kemal Öykü Yarışması ödül töreninin yapılacağı tarihin önümüzdeki günlerde açıklanacağını belirtti.

Şair Berin Taşan yaşamını yitirdi
Dil Derneği’nin kurucu üyelerinden, usta şair ve hukukçu Berin Taşan 89 yaşında hayata veda etti.
9 Kasım 1928’de Amasya’nın Merzifon ilçesinde hayata gelen ve ilk şiiri 1946 yılında Varlık dergisinde yayımlanan Taşan’ın yazı ve şiirleri Cumhuriyet ve Vatan gazeteleri ile Türk Dili, Kıyı, Yeditepe, Yeni Ufuklar, Ataç, Dost, Seçilmiş Hikâyeler, Soyut, Kaynak gibi dergilerde yayımlandı; şiirleri çeşitli antolojilerde yer aldı. 1953’ten itibaren İzmir, Şiran, Karaburun’da Cumhuriyet Savcılığı (1953-65); Sinop, Karşıyaka ve İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı görevlerinin ardından İzmir’de serbest avukatlık yapan Taşan’ın adı Karşıyaka’da bir sokağa verilmişti. usta şair Cemal Süreya yıllar evvel onun için şu sözleri sarfetmişti: “Berin’in şiirlerine her zaman bir yer vardır içimde. Taptazedirler. Hele bir ikisi vardır ki, çağdaş şiirimizin yapıtaşları arasında yer alır.” Berin Taşan Alsancak, Hocazade Camii’nde öğle namazını takiben kılınan cenaze namazının ardından Menderes Gölcükler Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Atilla İlhan’dan yıllar önce… ‘Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal’
Bundan tam 12 yıl önce aramızdan ayrılan şiirimizin en nadide isimlerinden Atilla İlhan, kaleme aldığı ‘Mustafa Kemal’ şiirinde, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün izlerini silmek isteyenleri yazmıştı…
Türk şiirinin kendine has ismi Atilla İlhan 12 yıldır aramızda yok… 2005’te aramızdan ayrılan usta şair için düzenlenen anma gecelerinde usta şairin arkadaşları arkadaşları hep bu şiiri seslendirdiler.
Atatürkçü şair Atilla İlhan, bundan yıllar önce yazdığı ‘Mustafa Kemal’ şiirinde, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün izlerini silmek isteyenlerle ilgili şu mısraları kaleme almıştı:
“Nasıl böyle varıp geldin hoş geldin
Çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin
Şol yüzünde güneş südü sıcaklık
Ellerinden öperim Mustafa Kemal
Senin dalın yaprağın biz senin fidanların
Biz bunları yapmadık
Sen elbette bilirsin bilirsin Mustafa Kemal
Elsiz ayaksız bir yeşil yılan
Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal
Hani bir vakitler Kubilay’ı kestiler
Çün buyurdun kesenleri astılar
Sen uyudun asılanlar dirildi
Mustafa’m Mustafa Kemal’im”

Belleğimizdeki Kadınlar: Nezihe Muhiddin (1889 -1958)
Erken Cumhuriyet dönemi yazarı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasi partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucusu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan kadın hareketi geleneğinin en önemli aktivisti. Kadın Yolu (1925) ile Türk Kadın Yolu (1925-1927) adlı dergilerin genel yayın yönetmeni.
1889 yılında İstanbul, Kandilli’de doğar. İlk serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın torunu Ali Şevket Paşa’nın kızı Zehra Hanım ile savcı Muhiddin Bey’in kızıdır. Faik Muhiddin (Adam) adında bir erkek kardeşi vardır. Eğitim hayatı Kandilli mahalle mektebinde başlamış, sonrasında kardeşiyle birlikte evde devam etmiştir. Farsça, Arapça, Fransızca ve Almanca ile bu dillerin edebiyatını özel öğretmenlerden öğrenen Nezihe Muhiddin’in bu donanımını yaşamında şekillendirecek olanlar ise annesi ile ilk öğretmeni olarak andığı dayısının kızı Nakiye Hanımdır. Kadın sorunları üzerine düşünen aynı zamanda ilk kadın gazetesi Hanımlara Mahsus Gazete’nin Zekiye takma adıyla aktif yazarlarından olan Nakiye Hanım ile annesinin edebiyat ve toplumsal sorunlar üzerine yaptıkları tartışmalar, Nakiye Hanım’ın evde düzenlediği toplantılar ilerideki düşüncelerinin ilk tohumlarını atacaktır. Henüz sekiz yaşındayken, annesiyle birlikte kadınların kurdukları hayır derneklerinin çalışmalarında bulunur; Nakiye Hanım vesilesiyle Fatma Aliye ile tanışma fırsatı yakalar, aralarındaki ilişki uzun yıllar sürecektir.
On bir yaşında yazıldığı Öğretme Okulunun eğitimini yeterli bulmayarak ev eğitimine devam eder. Yüksek öğrenim görmediği halde kendi kendini yetiştirecek, yirmi yaşında Maarif Nezareti’nin fen sınavını kazanarak fen bilgisi derslerini vermek üzere kız idadisine atanacaktır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür olur. Çalışma hayatı oldukça üretken geçer. Maarif Bakanlığı’na eğitim hakkında raporlar yazar; birçok okulda müdürlük, ilkokul ve yabancı okullar için müfettişlik yapar. İki kere evlenir. Muhlis beyle olan ilk evliliği kısa sürer. Belediye şirketler komiseri Memduh Tepedelengil ile yaptığı ikinci evliliğinden ise Malik adında bir oğlu olur. Ancak edebi yaşamı boyunca ikinci evliliğinin soyadını değil, babasının soyadı olan Muhiddin’i kullanacaktır.
İlk romanı Şebab-ı Tebah (Harcanan Gençlik) Nezihe Muhlis adıyla 1911’de yayınlanır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın teşvikiyle öyküleri, edebiyat ve sanat üzerine yazıları Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası’nda yayınlanır; daha sonra ise sırasıyla Kadın Yolu, Resimli Şark ve Boğaziçi dergilerinde yazılarına rastlanır. Edebi yaşamı oldukça verimli geçecektir. Basında “edibe-i şehire” (ünlü kadın yazar) olarak anılan yazar, 1911 ile 1944 yılları arasında ulaşılabilen on yedi romanı, üç yüz kadar öykü yayınlamıştır. 2003 yılında yayınlanan Kadınsız İnkılap adlı yapıtıyla Nezihe Muhiddin hakkında eleştirel ve geniş bir araştırmayı okuyucuyla buluşturan Yaprak Zihnioğlu, 2006 yılında öyküleri ve makaleleri dahil tüm yapıtlarının çevrimyazısını dört cilt halinde Kitap Yayınevinin Mor Kitaplık serisinden yayınlamıştır.
Nezihe Muhiddin, elini attığı her işte olduğu gibi toplum yararına yaptığı çalışmalarda da oldukça verimli ve etkin çalışmıştır. 1913 yılında yetimlere ve muhtaç kadınlara yardım amacıyla Osmanlı-Türk Hanımları Esirgeme Derneği’nin ve Donanma cemiyetinin kurucusudur; Müdafaa-i Milliye Osmanlı Hanımlar Heyetinde etkin olarak çalışır.
Kadınların durumunun yalnızca toplumsal alanda desteklenerek iyileşeceğine inanmadığı için siyasi alana da el atma ihtiyacı duyacaktır. Kadınların seçme ve seçilme hakkı gibi siyasal hakları konusunda mücadele etmek üzere 16 Haziran 1923 yılında Cumhuriyet Halk Fırkasından önce, Cumhuriyet rejiminin ilk fırkası olan Kadınlar Halk Fırkasını kurar. Parti hükümetten kurulma iznini beklerken geçen uzun süre boyunca kadınlar örgütlenir ve ülke çapında destek alırlar, ancak hükümet gazetede partinin teşkiline izin vermediğini bildiren küçük bir yazı yayınlayacaktır. Bundan yılmayan Nezihe Muhiddin ve arkadaşları bu oluşumu 1924 yılında Türk Kadın Birliğini kurarak devam ettirir. Adı sonradan ve günümüzde de Türk Kadınlar Birliği olan bu dernek, kurulduğu dönemde seçim zamanında siyasal haklar talep eder. 1925 yılında birliğin dergisi olacak Kadın Yolu dergisini çıkartmaya başlarlar. Ancak bu çabaları hükümet tarafından Yaprak Zihnioğlu’nun Kadınsız İnkılap adlı çalışmasında belgelerle açığa çıkardığı gibi Nezihe Muhiddin’in “tehlikeli” bulunmasına ve bu işlerden uzaklaştırılmasına neden olur.

Okuma Önerileri
1-Sanma ki Yalnızsın/ Elif Şafak/ Doğan Kitap
2-Yaşamdaşlarım/ Erdal Alova/ Türkiye İş Bankası yayınları
3-Anya/ İhsan Kutlu/ Son Çağ Yayıncılık

Exit mobile version