Osmanlı güçlerinin zayıflaması ve tımar sisteminde oluşan sıkıntılardan dolayı 20. yüzyılın başında Antakya’nın en belirleyici özelliği ağaların elinde bulundurduğu topraklarda çalıştırılan emekçilerin mağduriyeti (yani sınıfsal sıkıntılar) çeteleşme ve paramiliter grupların ortaya çıkışıdır. Çeşitli Arap, Türk ve Ermeni aileler, toprak ağaları içeren ‘çete’ dönemi aynı zamanda ulusal bilincin yükselmeye başladığı döneme denk gelir. Bu nedenle Antakya’da hem etno-dinsel hem de iktidar savaşlarının yerel düzeyde en fazla Fransız işgalinin hemen öncesinde olduğunu söylemekte yarar var.
Fransız mandası dönemi (1919-1938) genelde çetelerin etkisinin az da olsa zayıflaması ve halkların baskıdan kurtulmuş olması nedeniyle nispeten rahat bir dönem olarak anlatılmaktadır. Elbette Fransız dönemi izlenen sömürgeci politikalar ve böl-yönet kuralı günümüze değin etkilerini devam ettirse de 1919-1938 dönemi özellikle gayri-Müslimler ve Arap Aleviler için katliam ve etno-dinsel şiddetin düşüşe geçtiği dönemdir. Aynı anda Türkiye’nin uluslaştırma politikalarını hızlandırdığı bu dönem farklı ‘ulusçulukların’ yarıştığı ve baş gösterdiği bir dönem olma özelliği taşımaktadır.
***
Altınözü’nden Arap Sunni ve 107 yaşında olan Emine teyze Fransız dönemini şöyle anlatıyor:
“Osmanlının çöküşünden sonra Fransızlar gelmeye başlar. Fransız askerlerinin çoğu Cezayir’den gelen siyahi insanlardan oluşur. Biz hayatımızda böyle insanlar görmedik hiç. Fransızlar 12 sene Cezayir’de kalmış ve biri gelecek bize hükmedecek dediler ‘’Nısrani’’ çok korktuk. Nısrani bize gelecek hükmedecek. Fransızlar Atlarıyla geldiler su verdik ve bizim köyde durmadı gitti. Fransızlar geldiğinde burada nüfus sayımı yaptılar her şeyi yazdılar. Ve burası Halep’e bağlı bir yer oldu. Arap, Türk herkesi yazdılar. Bir süre sonra kalacak mıyız gidecek miyiz diye korkarken bize karışmayacaklarını söylediler. Kısa süre sonra da çeteler oluşmaya başladı. Çetelerin Fransızlara karşı çatışmaya başlamalarıyla birlikte Fransızlar da onlara karşılık vermeye başladılar. Bizim köyün halkını ‘beydar’ denilen meydana çıkardılar. Çetecilerin eşlerini bulmak amacıyla yaptılar Fransızlar. Evlerin hepsinin kapısını açık bıraktık, kontrol ettiler. Elbiselerimiz ve buğdayımız dağıldı o zaman. Kime şikayet edebiliriz ki, edemedik. 75 baş koyun vardı bizde, Fransızlar 6 tane bize bırakıp gerisin aldılar. Buradan çete yoktu ama çevre köylerden vardı. Kişkinit’ten (Keskincik) biri gelmişti bizim köye o zamanlar. Fransızlar atın üstünde silah görünce çete olduğunu anladılar ve iz sürmeye başladılar. Yakalayıp vurdular onu, tabi biz kaçtık oradan. Daha sonra Ebu Halid (muhtar) zamanında çifteli köyünden çeteleri de burada vurdular. Bazılarına da işkence yaptılar. Biz korkudan dışarı bile bakamadık. Öldürdüklerini bizim köyün içme suyu kuyusunun içine attılar.
Türkler buralara gelmeye başladıklarında ise çocukların hepsini altın karşılığında toplamaya başladılar. Kaç çocuğun var, üç tane al ana her ay 3 altın. 25 tabur asker topladılar o zaman. Ve Atatürk mektup yazmış Fransızlara bu topraklardan çıkacak mısın yoksa seninle savaşalım mı? Cevaben de Fransızlar biz savaşmadan girdik buraya, aynı şekilde savaşmadan çıkarız. Fransızlar giderken maddi değeri olan her şeyi altınları beraberinde aldılar. Fransızların gidişini öyle hatırlarım ki: biz tarlada çalışırken o kadar uçak geçti ki bize gölge oldular uzun süre, (dibbebet) tanklar la da gittiler. Buralardan Suriye’ye doğru gittiler. Fransızlar burada hiç kimseye zarar vermedi. Keyfi çatışmalar yapılmadı. Kadınlara da zarar verilmedi. Hatta Fransızlar kaldıkları sürede tütün içmeyi bile yasakladır.”
Emine nene Fransızların bir yandan o dönem oldukça etkili ve halk üzerinde ciddi gücü olan Arap, Türk ve Ermeni çeteleri kast ediyor. Fransızlar ile çatışma halinde olan Arap çeteler diğer çeteleri ve silahlı herkesi yıldırmak için işkenceye maruz kalmıştır. Kolonyal şiddetin çıplaklığı kuyulara atılan bedenler üzerinden yeniden inşa edilmiştir. Bir yandan paralel zamanda Türk ordusunun para karşılığı asker ‘toplama’ işleminin devam ettiğini görüyoruz.
***
Aynı şekilde diğer bir anlatıda o zamanlar – benim doğup dünyaya geldiğim – ‘Kuseyr’ diye adlandırılan Altınözü’nü Fransızlar işgal ettiğinde direnç ile karşılaştıklarını ve yine şiddete başvurduklarını Arap Sunni 84 yaşında Fatma nenenin şu anlatışında görüyoruz:
“Çeteler 1920 Fransız mandası ile başlamış. Kuseyr bölgesindeki – rahmetli babam ve amcamın içinde olduğu – çeteler Fransızlara karşı savaşmış. Ve Türkiye tarafını savunmuş. Bende o zamanlar en fazla 7-9 yaşında idim. Antakya vilayet olarak geçiyordu ve Haleb’e bağlıydı.
Fransızlar zamanında çeteler vardı. Bir tane de çete başı. Hemen her köyden çeteye katılanlar vardı. Çeteler iki şekilde bilinirdi. Türkler ve Vatan savunucuları Araplar.
Fransızlar zamanında okula hiç gitmedim zaten okullar merkezlerde olurdu. Camide Arapça kuran kursu verilirdi, ben orada öğrendim ve kuranı hatmettim.
Fransızlar buralara Osmanlı ile savaşmadan girdi. 7 sene Fransızlar Kuseyr bölgesine giremedi. Çeteler savunuyordu kışlanın karşındaki bağda nöbet tutup Fransızların hareketini engellediler. Ta ki Fransızlar çete başlarından ikisiyle anlaşıp ele başlarını yakalayıncaya kadar.
Bizim köyden 6 kişi biri çete reisi diğerleri normal savaşçı vardı, Kanberli’den ve Fatikli’den vardı. Belki 100-150 kişi olduklarını tahmin ediyorum toplamda. Bizim köydeki çete reisinin ayrıca çok zengindi. Bir gün Antakya ya indi bu adam ve diğer çeteler güvenlik sorunu var deyip adamı Harbiye tarafından çıkardılar. Çete reisi böylece kurtulmuş oldu. Burada ki okulun etrafına Fransızları konuşlandırdılar. Ben çocuktum o zamanlarda ama seyrettiğimi hatırlıyorum 40-50 çadır kurdular. Daha sonraları da geri kalan çeteleri bertaraf ettiler. Çeteler sonra kimi yakalandı kimisi kaçtı. Bizim köyün çete reisi daha sonra Adana’ya kaçtı. Yakalanamayınca evin etrafına kanal açıp gaz yağı döküp yaktılar. Fakat Fransız askerleri yangın sönene kadar beklemiş evin etrafında kimseye zarar gelmesin. Evlere de sıçramasın diye arayı temizlediler. Ben kendim o zamanlarda evimizin damına çıkıp toprak evi nasıl yaktıklarını izledim. Komşumuzdu zaten ve evler topraktı kolayca yandı ev.”
***
Pek çok Arap Alevi Fransız manda yönetimi öncesinde mezhepsel şiddete maruz kaldıkları için ‘Fransızlar geldikten sonra biz rahatladık ve Aleviler olarak tanınmaya başlandık’ gibi söylemleri yapılan sözlü tarih antropolojik araştırmalarda vurgulamıştır. Sosyo-ekonomik şartlar ve sıkıntılar aynı olsa da Arap Alevilerin seküler bir rejim arzusu ve rahat ibadet edebilecekleri bir sosyal ortamı istemeleri her zaman dışlanmalarına neden olmuştır. Fransızların çeşitli etno-dinsel gruplara iltimas geçerek toplulukları birbirne karşı kışkırtma politikası en çok Alevi, Hıristiyan ve Ermeni nüfusu etkilemiştir.
Serinyol’dan Ahmet (86) Osmanlı’nın son zamanları ve Fransız döneminde Alevi-Sunni ilişkilerine ve yaşam biçimine dair hatırladıklarını şöyle aktarıyor:
“Osmanlı’nın son zamanlarında, çöküşünde benim dedem – bugün baba ocağımın bulunduğu mahalle – çekmece muhtarı idi. Babamı askere göndermiyordu, saklıyordu. Son zamanlarda nasıl sakladı: Bir köy vardı burada ‘gımk’ (Amik ovası), bedevi köyü olduğu için Osmanlı bunları askere almazlardı. Bedeviler saçlarını uzatırlardı hepsi. Babam ve amcamın oğlu burada aralarında bir süre kaldılar. Saçlarını da uzattıkları için askere alınmadılar. Fakat son zamanlarında herhâlde seferberlikte birden babamla dayısını Halep’e askere aldılar. Halep’te zaten ordu dağılıyordu, bizimkilerde 6 gün geçmeden askerden kaçtılar. Normalde Halep’ten kaçan Reyhanlı’dan buraya Bab-ıl Hava’dan geçip gelmesi gerekirken, anlattıklarına göre oradaki Arap Sunniler gelip geçenleri soyuyordu. Kimilerini öldürüyor kimilerini bırakıyorlardı.
Şüphelendiklerini öldürüp midesini keserlerdi altınları yutmuşsa çıkarmak için. Buradakiler gelenin alevi olduğunu nasıl test ederlermiş? Ellerinde bir tutam mercimek (gades) tutar ve sorarlar bunun adı nedir? Arap Sünniler ‘gadas’ der fakat Arap Aleviler lehçe farklılığından dolayı (gades) der. Bu şekilde ayırt ederlermiş. Babam ve dayım bunları duyunca Cilvegözü’nden vazgeçip İslahiye’ye kadar gidip oradan geçiş yapar ve Hassa üzerinden buraya geri gelmişler.
Fransızlar zamanında abim ve amcamın oğlu çift sürüyorlardı ineklerle. Bende koyun güdüyordum. Bir Fransız zabit vardı orada tüfeğiyle tavşan avlıyordu yanında da köpeği vardı. Bizde de kocaman güzel bir çoban köpeği vardı. Bize yaklaşınca bizim köpek diğerini tuttuğu gibi yere attı. Zabit’te elinde ki tüfekle bizim köpeği başından vurup öldürdü. Köpek ölünce bende ağlamaya başladım. Bana bir şeyler söyleme ye başladı.
Fransa burada 1919’dan 1939’a kadar kaldığını biliyorum. Fransızlardan önce Osmanlı zamanında Alevilerin mülkiyet hakkı yoktu, mülkiyet alsalar bile söz hakkı yoktu. Ama Fransızlar buralara geldikten sonra bizim üzerimizdeki baskı kalktı. Mal mülk sahibi olabiliyorduk. Kimlikler yazılıp hüviyet verildi. Kadastro yapılıp ölçümler ile sınırlar belirlendi, ifrazlar yapıldı. Daha iyi koşullarda çalışıp ticaret yapabiliyorduk. Yine de ağalar ve baskı vardı tabi ama eskisi kadar değildi.
Ağalar hükmü sürüyordu hep. Her köyün bölgenin zengini ağasıydı. Ayrıca silahlı elemanları vardı ağaların, bazen birleşip hareket ederlerdi. Bazen de birbirlerine karşı çatışırlardı. Ağanın söylediği söz hüküm olurdu. Her etnik kökende ve bölge de aynıdır.
Antakya’nın eski sokakları, Osmanlı zamanında iki taraflı kaldırım ve ortada kanal gibi alt bir şerit şeklinde yoldan oluşurdu. Bu yoldan artık sular akar, hayvanlar geçirilirdi. Orada sokaktan geçen Alevilere tavrek deyip kanaldan geçirerek aşağılarlardı.”
***
Yakto’dan, şimdiki ismiyle Gümüşgöze’den 1924 doğumlu Arap Alevi İsmail, Fransız dönemine dair altyapı ve yaşam şartlarının iyileşmesinden bahsediyor. Anlatılarda ön plana çıkan unsurlardan önemli bir tanesi Fransızların mülkiyet hakkı tanıması ve yiyecek sağlaması. Bu durum her ne kadar sömürge düzeni devam etse de yerel halkları ‘rahatlatan’ unsurlar olarak belleğe kazınmış. Etno-dinsel ilişkiler ve Fransızlar ile ilgili İsmail şunları aktarıyor:
“Dedelerimiz, Fransızlar gelmeden önce çetelerin geldiğini anlatırlardı. Çetelerin Suriye’den Sahyundan geldiği bilinirdi. Samandağ’da Şeyh Maruf Cilli’nin konağını yaktıklarını anlatılardan biliyorum. Buraya, Harbiye civarına inemediler bir şey yapamadılar. Beyra’da köyü yaktılar ama halkını da yakaladıklarını mengle ye doldurup yaktılar. Yanılmıyorsam 1920’lerden önce oldu olaylar.
Buranın halkıyla dağdaki Türkmenler mesela hiç sorun yaşamazdık, kadınlarımız sabahın köründen dağlara odun toplamaya giderlerdi, bir defa bile onlara zarar gelmedi. Halk Yayladağı’ndan ve civar köylerden buralara gelir ‘ Tvihin’ yani şelalelerdeki un değirmenlerine buğdaylarını öğütür giderlerdi. Etnik bir savaş olmamasına rağmen kadın alıp verme evlendirme hiç yoktu. Ama şimdi aramızda fark yok, ayırım yapamıyoruz artık.
Fransızları çok iyi hatırlarım ben 16 yaşlarındaydım. Fransız kayıtlarına göre 1924 doğumluyum. Fransızlar kayıt yaparken bir odanın içerisinden sanırım o pencerenin boyunu ölçek alarak yaptıklarını düşünüyorum. Çünkü biz pencerenin karşısına gelir onlarda bakarak yaşı tahmin ederek kayıt yaparlardı.
Hep burada yaşardık biz benim ailemde öyle. Dedelerim Lazkiye’nin Seskiy beldesindenden göçmendir. Yayladağı civarında Cebel Nusayra denilen dağlara yerleştiler ardından şimdiki yaşadığımız yerlere geldiler.
Şeyh İsmail Güler ailesinin en büyük dedesidir, onunla sohbet ederken anlattı: Gümüşgöze de sadece 35 hane vardı. Burada olan en eski ailelerden Mansur ailesi (Güler), Şhide ailesi (Arslan) ve Zeyne ailesi (Ahres ,Güzel). Alevilerin gelişi katliamların ardından canını kurtarmak içindi. Ordu dedikleri yer ‘Cebel Alevi’ idi Yayladağı civarındadır. Türk Sunni ağalardan önce buranın büyük bir kısım arazileri Hristiyanlara (Mesihilere) tapuluydu. Burada ki bir kısım araziyi Türkler’den Antakyalı Ali Zhur ailesi aldı. Bir kısmı da Kayyuka denilen Mesihi aileye aitti sonra da ‘bet Şemme’ ailesi bu toprakları sattın aldılar. Ağalardan önce biz buraya yerleştik, ormanlık alana kurduk evleri ve sonradan ağalar geldi. İlk ağalar Türk Sünni ağalardır. Tuhani ve Ğabbuşi ler de ‘Mağdle’den (Mayadalı) gelen Arap Sünnidir. Akrabaları halen ordadır. Benim yanıma gelirlerdi amca çocukları derlerdi bize, Nenem anlatırdı akrabalığımız da vardı.
Fransızlar zamanından önce bizden hiç kimse çarşıya inemezdi selam bile verilemezdi. Büyük bir düşmanlık vardı. Fransızlar zamanında da Arapları daha çok tuttular. O zamanlar da rahatladık biraz. Türkler geldikten sonrada fırsat vermediler yoksa yine bize eziyet ederlerdi.
Fransızlardan biz tapu almadık ama nüfus kaydı yaptılar. Nüfus kaydını da aile aile yaptılar. Hangi aile kaç çocuğu varsa isimleri bilgileriyle yazıp kaydettiler. Kadastro yaptılar kimin ne kadar arazisi varsa ölçüp biçip kaydettiler. Fransızlar bu bölgeyi Liwa İskenderun adında ayrı bir sancak yapmıştı. Burası Halep’e bağlıydı. Daha sonra ayrı bir devlet olur ve bunda Türklerin çabaları da oldu. Eskiden böyle serbestlik yoktu. Hangi ağa nereye hakim ise oradaki insanlar da onu seçmek zorundaydı. ‘Ağaların hükmü’ böyledir.”
Kaynak: ARPENTİTU.COM İskenderun Sancağı : İlhlakı nasıl bilirsiniz ? – Sıtkıye MAKTAP/Ortadoğu Arap Hakları Araştırma İnstitüsü.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 10 0cak 2025
YORUMLAR