Yıllardır yazdıklarımın ne kadar okunduğunu, müspet ya da menfi açıdan uzaktaki ülkemin toplum katında ne kadar karşılık bulduğunu bilmesem de sürekli okumak ve yazmak gerektiği kanısındayım. Zira yazı dediğimiz çoğu kez yara kabuğudur. Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır. Böylece hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır… Yazmaktan kastımsa okunması yaşanmasından daha güzel olan bir hayattır, bu hayat yazmak demektir. Sonuçta itiraflarınız yalnızca sizi ilgilendirir, yazınız ise herkesi…
İnsan, yeryüzüne adımını attığı ilk andan itibaren büyük bir hikâyenin içine doğar. Yaşadığı çağ, içinde bulunduğu veya içinden koptuğu toplum, kültürel ve sosyal atmosfer bu büyük hikâyeyi belirleyen temel unsurlardır. O hayat içinde ne varsa – doğa, insanlar, olaylar, deneyim, yapılan işler, gözlem, duyuş, düşünüş, hayal, rüya gibi – ayrı ayrı izler bırakıyor ve yazılanlara yansıyor. Kendi varlığını hikâyelerle anlayan, inşa eden insan, aynı büyük hikâye içinde şahsi hikâyesini de inşa ederek yaşamını sürdürür. Dolaysıyla, affınıza sığınarak, bugünkü yazımda, hep insandan aldığımı insana vererek, toplumdan aldığımı topluma vererek, çağına ve toplumuna karşı görevini yerine getirmiş bir hocanın huzuru içinde yaşadığım∕yaşamakta olduğum kendi hayat öykümü sizlerle paylaşmak istiyorum.
***
Bir garip hikâyedir Adem. Cennetten hüzne düşmüştür. O, dünya sürgünü içinde, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Adem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Ana vatana dönünceye kadar da bu gurbet, bu hüzün, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder.
Akıyoruz, hiçbir yeri doldurmadan öylece akıp gidiyoruz. Bir yolculuk içindeyiz, yoldayız, yoruluyoruz. Var oluş kaygısı kendi olma ya da olmama kaygısı içinde bir şeyin peşindeyiz.
İnsan, tek başına yola çıkar, hakikate yol alır, başlı başına bir aleme dönüşür. Işıklara, bin bir renkli dünyalara tebessüm eder, yolda aydınlanır, Fransızların değimiyle “boş şişesini doldurma”ya çalışır, parıltılı dünyadan sade ve sahici olana yönelir.
Yol umuda atılan adımdır, ucu sonsuza açılır. Bir yol vardır uzar gider içimize. Düştüm peşine, düşüverdim dünyaya. Yürüdüm, koştum, düştüm, kalktım, tekrar düştüm, kalktım yine. Yunan mitolojisindeki kaya parçasını tepeye varmasına bir parmak kala tekrar aşağıya doğru yuvarlanan ve onu defalarca terler içinde tepeye çıkarmaya çalışan Sisypus’u yaşadım.
Sahip olduklarımla elimden gelenin en iyisini yapmaya ve sahip olduğum fırsatlardan en iyi şekilde yararlanmaya devam etmeye kararlıydım. Hayat asla mükemmel olmayacak ve ben de olmayacağım. Ama ne olursa olsun, anlarda güzellik olduğunu zamanla öğrendim – beni hiç olacağımı düşünmediğim yerlere götüren yollarda bile. Hiç düşünmesem de bunlardan zevk almak bana kalmıştı. Hepsini içime çekecek ve mutluluğu dışarı çıkaracak kadar güçlü, yeterince cesurdum. Eğer olacaksa, bu bana bağlı. Ve ne kadar acı verse de kafiyeyi ve nedeni bulmayı seçiyordum. Bir gün beni yıkmaya çalışan dağların başında duracağıma inanıyordum.
İtiraf etmeliyim. Bir an daldım. Bir çıkamadım. Kırk kapıdan geçtim de bir kapıdan çıkamadım. Yola çıkamadım. Uzun bir süre boyunca ana vatana dönemedim. Aylar, mevsimler, yıllar geçti üzerimden gurbet elde. Selamet kuşlarına aldırmadım. Durmamam gereken yerlerde sual edindim durdum. Yetinmek gerekti, yetinemedim. Hikâyemde saadetler olsun istedim, dağlara tırmanmak istedim, ayaklarımda yazgının güzelliği olsun istedim. Yol kat etmekti, uzaklara gitmekti tek muradım. Cihanda ev edinmek için süründüm. Ölmek gerekti ulaşmak için, vusul için dağları aşmak gerekti. Üniversite anfilerinde, konferanslarda, unvanlarda, bir yarış içinde yaşadım bir “Ömür dediğin” hayatı. Ömrüm gönlümü susatmıştı. Gönlümü bir sonsuz bahar kuşatmıştı. Razılıklardan geçtim de geldim.
***
Ana dilim Arapça. Köyümde yaşayan herkes gibi. Hayata gözlerimi açtığımda etrafımda Arapça kelimeler uçuşuyordu. O zamanlar hayatın tüm alanlarında Arapça kullanılıyordu. Okur yazarlığı olmayan annemin sevgi sözcükleri, çifçi babamın güven veren ses tonu, sekiz kardeşimin sesleri, oyunları ve komşuların zaman zaman kavgası ile tüm dinlerin ve her kökenden gelmiş insanın huzur ve barış içinde yaşadığı Antakya’nın – son depremde yerle bir olan – Armutlu, Elektrik ve Çekmece mahallelerinde büyüdüm. Arap, Kürt, Türk, Ermeni, Çerkez, Alevi Sünni, Hristiyan arkadaşlarım, yoldaşlarım oldu. Daha doğrusu ben onların ne olduğunu bilmeden, merak etmeden onlarla büyüdüm. Düğünlerde Arapça şarkıları dinleyerek oyunlar oynadım ve Debki (halaylar) çektim. O Çekmece köyümün ortasından geçen nehrin sularında yüzdüm, kıyısındaki kumlarda arkadaşlarımla çaput topla oynadım. Kavgalarımı ve ilk aşklarımı da bu dilde yaşadım. Arapça düşünüyor, Arapça rüya görüyor ve Arapça ile hayal kuruyordum. Antakya’da ve çoğu köyünde yaşıtım olan tüm çocuklar benim gibi aynı şeyleri yaşadılar. Zira Türkiye sınırları içerisinde herkes köylerde ve büyük oranda dışa kapalı bir hayat yaşıyordu.
7 yaşıma geldiğimde yani Armutlu’daki Șükrü Kanatlı ilkokula başladığımda Türkçe ile karşılaştım. Türkçe benim için yabancı bir dil idi. Elbette okulda Arapça konuşmak yasaktı. Öğretmen bizi Arapça konuşurken yakaladığında veya sınıf başkanı bizi Arapça konuşurken duyup ismimizi tahtaya yazdığında dayağı yiyor, şanslıysak sadece azarla geçiştiriyorduk. Şaşkındım. Ana dilim bir anda suç unsuru olmuştu. Belli bir süre sonra onu ret etmeye başladım. Aksi takdirde öğretmenim beni sevmeyecekti. Garip bir ruh hali idi. Annem neden Türkçe bilmiyor diye ona içten içe kızmaya başlamıştım. Ortaokul ve lise eğitimi için her gün Çekmece köyümden yürüyerek – kışın çamurda, yağmur altında – Antakya’nın merkezindeki okullara gittim. Her gidişimde babam ya da annem, memleketimin çoğu anne babası gibi; “oğlum şehirde Arapça konuşma sakın” diye tembihlerlerdi. Zira Arapça konuştuğumda ayrımcılığa tabi tutulacağıma inanıyorlardı. Kendi deneyimleri onlara bunu öğretmişti. Liseyi bitirdiğimde Türkçeyi hala akıcı bir şekilde konuşamıyor, kalabalık ortamlarda konuşurken sıkılıyor, kızarıyor ve zaman zaman tıkanıyordum. Dilim bağlı gibi hissediyor ve bazen elimde olmadan cümlelerim arasına Arapça kelimeler katıyordum.
***
Sonra gençliğimin en dalgalı uzak denizlerine açıldım Liseyi bitirdiğimde. Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği Yurt Dışında Eğitim Sınavlarını geçip Yüksek tahsilimi yapmak için Fransa’ya geldim. Fransızca öğretimimi ilk etapta ‘Paris’te Aliyans Fransez’de, daha sonra Tours şehrindeki ‘Enstitü dö Touren’de geçirdim. Lisansımı Bordeaux, yüksek Lisans ve Doktoramı ise Dijon üniversitesinin ‘Tatbiki Matematik Enstitüsü’nde yaptım. Böylece Arapça ve Türkçe’nin yanına üçüncü yeni bir dil eklemiştim. Üniversite’ye başlamadan önce Fransızca öğrenmek benim için çok zevkli idi. Öğrenirken de hiç zorlanmadım. Benim hikâyeme benzer hikâyeleri olan insanların yani iki dil ile büyüyenlerin yeni bir dil öğrenmesi çoğu zaman zor olmuyor zaten. Üniversitede ve aynı zamanda kaldığım öğrenci yurttaki bitişik oda arkadaşımdan çat pat Almancayı öğrendim. Akademik hayatıma başladığımda da yaptığım araştırma makaleler için İngilizceye ve diğer dillere merak sardım. Diller benim oyuncağım gibi idi. Ve her yeni dil öğrendiğimde yeni bir oyuncağım olmuş gibi seviniyordum. Belli bir yaşa gelince “iyi ki azınlık olarak dünyaya gelmişim” diye düşünmeye başladım. Bu sayede hayatım boyunca birden fazla dille yaşadım, farklılıklardan korkmadım, farklı kültürlere sahip insanlarla empati (duygudaşlık) kurmayı ve her şeyi sorgulamayı öğrendim. En önemlisi ise çeşitliliği sevdim. Bu durumun sadece benimle ilgili olmadığını benzer geçmişlere ve arka planlara sahip birçok insanın aynı özellikleri taşıdıklarını da sonradan fark ettim.
Doktoramı geçtikten hemen sonra asistan olarak Bordeaux üniversitesinin akademik kadrosuna girdim. Daha sonraki yıllarda ülkeme dönüp Türk bir kadın ile evlendim. Onunla evde hep anavatan dilini konuşunca Türkçem düzeldi. Akıcılaştı. Konuşurken yaşadığım stres ve tıkanmayı aştım. 2000’li yılların başında, Galatasaray Üniversitesinde 5-6 yıl görev yaptığım süreç içerisinde de, ülkemdeki ulusal gazete köşelerinde Türkçe makale yazmaya, ana dilimi de iyice kullanmaya devam ettim.
Yaz tatillerinde her yıl doğup büyüdüğüm Antakya’ma gittim/gidiyorum. Telefonda aile büyüklerimle sürekli Arapça konuşmaya devam ettim. Bunun keyfini yaşadım. Dünyanın bütün dilleri güzeldir ama en güzeli anadildir. Ana kucağı gibi sıcaktır, ana şefkati gibi sevgiyle sarar, kol kanat gerer, en güvenli limandır anadil, sığınaktır… Her bir sözcüğü, her bir sesi birbirinden güzel renklerle yaşamımızı süsler, vazgeçilmezdir, tatlıdır ana aşı gibi, güzel bir sevdadır anadilim aşk gibi… Biliyordum ki ana dilimi hayatımın bir parçası olarak tutmazsam buharlaşıp gidecekti. Kısıtlı kelime hazinesi olan köy Arapçamı zenginleştirmek için kendi kendime Arapça okuma ve yazmayı öğrenmek istedim. Suriye’de savaş çıkmadan önce birkaç kez çocuklarımla Suriye’ye gittim ve Antakya Arapçası ile orada iletişim sorunu yaşamadığımı görünce sevindim. Bu durum ana dilimi koruduğumun ispatı idi.
***
Okul yüzü görmemiş, Türkçeyi konuşmakta zorlanan bir ana babanın oğlu, doğduğu topraklardan ayrılıp başka ülkelerde akademisyen olarak bir hayat kuran sayısız göçmenlerden biriyim. 57 yıldır Fransa’da yaşıyorum. Üniversite eğitimi için çıktığım yurt dışı serüveni, üniversite öğretim üyeliği, meslek, aşk, çocuklar ve bir dizi yaşadıklarımın sonunda bulunduğum noktaya getirdi: Araf’a. Ne Türkiyeli ne Türkiyesiz bir yer burası. (Taşıdığım isim’den olsa gerek!) Garip bir şekilde beni hem mutlu ediyor ve rahatlatıyor, hem de hüzünlendiriyor. Sıcaklık mı, ışık mı, sesler mi, kültür mü, yemekleri mi, yerel içkileri mi tam olarak bilmiyorum, ama bir nedenle kendimi evimde gibi hissediyorum ve Anvatanımı çok özlüyorum. Çocukluğumun masumiyetine hasret kaldı hep bir yanım… Bu yüzden de hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hâlâ ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey… Garip garipler gibi yaşar, ömrümüzü gurbette tamamlar, ‘asıl yurdumuz’a göç etmeyi ‘sevgiliye kavuşma’ olarak görürür.
Yaz geliyor, heyecanla valizleri yapıp doğduğunuz kente, tatile gidiyorsunuz. Aile fertleriniz, çocukluk arkadaşlarınız, doğup büyüdüğünüz mahalle sarmalıyor sizi. Yemekler, iklim, deniz, müzikler ve çocukluk anılarından mest oluyorsunuz. Sonra yakın bir dostunuzun çok hasta olduğunu öğreniyorsunuz, ya da ailenizden birinin. Onu bir daha görüp göremeyeceğiniz içinizi kemiriyor. Ters bir komşu sizi yurt dışına giderek sadece kendinizi düşünmekle suçlarken, halanız yıllardır sakladığı fotoğraflı köşe yazılı sararmış ulusal bir gazeteyi gösterip gitmekle ne iyi ettiğinizi anlatıyor.
Vatan özlemi, Homeros’un destanlarından beri bilinen bir şey. Ancak bu işin uzmanları, büyük çabalarla yeni bir ülkeye kapağı atan kişilerin, ayrımcılığa maruz kalmamak için yaşadıkları zorluklardan bahsetmemeye çalıştığı görüşünde. “İşte pırıl pırıl parkların, güzel okulların olduğu bu demokratik ve zengin bir ülkeye geldin işte, daha ne şikâyet ediyorsun?” “Skype, Whatsapp, telefon her şey emrine amade, hâlâ neden ülkeni özlüyorsun?” denilmesinden korkan, işin kötüsü kendi kendilerine de bu eleştirileri yapan göçmenler, mümkün olduğunca kolay entegre olmuş görünmek için, vatan özlemlerinden bahsetmemeye çalışıyorlar.
Oysa doğduğumuz günden itibaren, kendimizle ilgili algılarımız, kendi ana dille yaşadığımız yer ve çevremizdeki insan ilişkileri ile şekilleniyor. Ve şehir veya ülke değiştirmek, tüm dünyayı algılamamızı sağlayan o filtrenin ortadan kalkması demek. Doğup büyüdüğümüz yerin sesi, renkleri ve dokularını içindeyken fark etmiyoruz. Onları anlamak ve yorumlamak için bir enerji harcamıyoruz. Ama evimizden uzağa gittiğimizde, yeni bir hayata başlamaktan çok daha fazla şey değişiyor. Alışayım dersin, alışamazsın bir türlü. Bedeninin gelmiıştir ama ruhunu brakmışsinsındır çünkü. Geçici olarak gitseniz bile geride bıraktığınız sevgili, yaşanmışlık, toprak, yer, mezar, vatan için yas tutuyorsunuz. Dolayısıyla yasın tüm aşamalarından geçiyorsunuz. Önce bir şok hali. Sonra sürekli buraya geliş nedeninizi sorgulamak. Eviniz ile yeni yerinizi karşılaştırıp evinizi yüceltmek. Sonra, eğer – benim gibi – yeterince uzun süre kalırsanız, bu sefer öbür uca kaymak, yeni yerinizi beğenip, eski evinizin zorluklarını hatırlamak. Zamanla, bir miktar hüzün ve özlemden sonra, her iki yeri de gerçekçi bir yere oturtup alışmak. Ve kalacak mısınız gidecek misiniz karar vermek. Her koşulda artık değişmiş bir insan haline gelmek.
Sonuçta, yaşadığınız ülkede istediğiniz kadar uyum sağlayın, doğduğunuz, anadiliniz, büyüdüğünüz yer, sizi şekillendirmeye, sizin referans noktanız olmaya hayatınız boyunca devam ediyor. Hem gitmek hem kalmak istiyorsunuz. Burası hem eviniz, hem değil. Çocukluğunuz çoktan gitti, yetişkinliğiniz sizi başka bir yere çağırıyor. Eviniz neresi, ait olduğunuz vatan hangisi, özlemini duyduğunuz anıların sınırları nerede, artık kestirmek zor. Çünkü Araf’tasınız. Araf’ta bir hayat’tır nasibiniz. Çelişkileriniz, özlemleriniz, yaralarınız, başlangıç yapma arzunuz, yabancılıklarınız, göçmenlik sizin kimliğiniz artık. Bitmeyen bir hasrettir yaşadığınız ölene dek süreniz. Bir kere gittiniz ve değiştiniz. İki farklı mekân, iki farklı hayat yaşasanız da hiçbirine hissedememişsinizdir kendinizi. Döndüğünüz yer de sizin değil, gideceğiniz yer de. İki kere yabancısınızdır. Ne geçmişte kalabilmiş, ne geleceğe ait olabilmişsinizdir. O gri bölgede, geçmiş ve gelecekte, iyiyi, doğruyu, huzuru, neşeyi, sıcaklığı ve saflığı arıyorsunuz. Ve tüm arada kalanlar gibi, hep yorgun kalıyorsunuz.
***
Murathan Mungan‘ın yıllar önce “Yüksek Topuklar” adlı kitabında söz ettiği gibi; “Yorgunluk benim genel halim. Bana, ‘Nasılsın?’ diye soranlara, en sık verdiğim yanıtın ‘Yorgunum’ demek olduğunu keşfettiğim günden beri, daha bilinçli olarak ‘Yorgunum’. Şu memlekette (veya benim gibi binlerce kilometre uzağında) yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü?”
Bu soruyu sorduktan sonra, şöyle sürdürüyor Murathan Mungan:
“Beden yorgunluğu dediğinde ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum.”
Evet, şaşıra şaşıra yaşamaya devam edeceğiz Sevgili Murathan Mungan. Başka türlüsünü bilmediğimizden, başka türlüsü elimizden gelmediğinden, ilkelerimize, doğru bildiklerimize sımsıkı tutunarak ve de çalışarak, görerek, tüm memleket/anavatan’nın sorunlarını okuyarak, anlayarak ve yazarak yaşayacağız…
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cumartesi 8 Haziran 2024
YORUMLAR