Türkiye’de bugünkü hayat, bir ara dönem; yeni yollar kullanarak varlığını sürdürmeye çalışan eski ve eskinin iç gücünü zayıflatan yeni arasındaki çatışma ve her yönde endişe yaratan bir süreç. Yaşadığımız çözümsüz girdapların siyaset üretememesi karşısında, doğal olarak ‘yeni’ denebilecek bir hareketlenme ihtiyacı içindeyiz. Çünkü Türkiye’de artık herkes sosiyal doku’muzun; dünya ile uyumsuzluğumuzun; ideolojik altyapımızın ve siyasi yönetim sistemimizin iyice anakronik hale gelmiş olduğunun; ‘bunun böyle gitmeyeceğinin’ farkında. Değişim isteyenler de istemeyenler de, bir biçimde değişimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Ne var ki değişim önceden belirlenmiş bir kadere işaret etmiyor. Türkiye’nin de önünde kaçınılmaz bir ‘çağdaşlık’ yok. İç ve dış politikalar, ekonomi, toplumsal kesimler ve siyaset böylesine ciddi çalkantı içindeyken; değişimin aranması gereken alan da zihniyet ve kültür oluyor.
Gerçek olan o ki bizim dünyaya bakışımızın ‘modern’ olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü modernlik değişimi esas alan ve bu değişimi toplumsal dinamiğin içinden okuyan bir algılama biçimidir. Modernlik, Batının Rönesans, Reform ve Aydınlanma’dan yola çıkarak geçirdiği toplumsal süreçlerin adıdır. Modernliğin arkasında sınıflar, toplumsal özneler ve onların çıkarları, arzuları ve hırsları vardır. Batı kültürü, değişimin tezgâhlarında ilmik ilmik dokunarak şekillenmiş, tarihsel olarak “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” esaslarıyla yoğrulmuş, bir yüzyıl içinde bugünkü demokratik dünyanın temellerini atmıştır. Bizim gibi toplumların ise modernleşme hissiyatı bir ‘geri kalmışlık’, bir ‘gecikmişlik’, hatta bir ‘yenilgi’ bilincidir. Bu nedenle bizim modernleşme geleneğimizin temel sorusu genelde devletin nasıl kurtulacağı olmuştur.
Batı’da devlet modern anlamıyla toplumsal ihtiyaçların siyasete tercümesi iken, bizde modernleşmenin temel yaklaşımı devletin ihtiyaçlarına göre toplumu düzenlemek olmuştur. Siyasal olanın topluma yön verdiği modernleşme süreci bu niteliği nedeniyle demokratik bir süreç olamadı, demokratik kültür ve bilincin ortaya çıkmasını engelledi. Özne, birey ve onların özgür birlikteliğinden doğan toplum değil, dönüp dolaşıp, gene devlet gene devlet oldu. Türkiye’de, çağdaşlaşma adına iddialı olduğu koskoca 20.yy’da, ne yazık ki demokrasi bilinci/kültürü yeşermedi. Örneğin ülkemizde AKP neden 22 yıldır iktidarda kalabiliyor diye merak edilseydi, modern biri üstteki kırılma noktalarından hareket ederdi. Herhalde modernliğin imbiğinden geçmiş hiç kimse, Türkiye’deki esas sorunun siyasi parti liderlerinin basiretsizliği olduğunu söylemezdi.
Siyasilerimiz beceriksiz veya basretsiz oldukları için değil, tam tersine kendilerini ve kariyerlerini korumak üzere azami beceriklilik ve basiret gösterdikleri için kavgalar sürmekte, merkez savrulmakta. Asyalıların asırlardır söylediği “kaplanın sırtına binen oradan inmez”. Çünkü inerse kaplan parçalayacaktır onu. Bu yüzden ömür boyu orada kalmaya mahkûmdur. Türkiye’de siyaset oyunu bu kurala göre işliyor. Meselenin temelinde modern ve gelenekçi açıdan yapılan gözlemler, yani sistemin bizatihi basiretsizliği teşvik eder hale gelmesi yatmakta. Bu noktada bir siyasetçinin esas bu durumu değiştirmesi gerektiğinden söz edilebilir. Ne var ki siyasetçi bunu ancak toplumsal destek altında yapabilir. O desteğin olmadığı, toplumun savrulup parçalandığı bir ülkede, devletin Saray’ındaki “seçilmiş kral”ın Türk tipi başkanlık sistemin devamının dışında hiçbir ‘çare’ düşünemediğini, kısacası aklını kullanamadığını ortaya koyuyor.
Bu ülkede söz konusu akıl tutulmasını kabullenmek ve açıkça söylemek de bizler için hiç kolay değildir. Çünkü Türkiye’de devlet bir ‘ortak akıl’ olmanın çok ötesinde, tam da modernist otoriter eğilimlere uygun biçimde bir ‘üst akıl’dır. Zaten ülkenin temel meseleleri konu olduğunda vatandaşların devlet söyleminin dışına çıkmalarına da iyi gözle bakılmaz. Sürekli korkutulmuş ve fikirlerimizi söylememiz de yasaklanmış olduğu için korkusu bol, fikri az bir toplumuz. Ülkemizde herkes birbirinden korkuyor. Bir ergenin her türlü bencilliğine sahibiz çünkü. Bizi, bir tür “özürlü çocuk” eğitiminden geçirdiler. Biliyorsunuz, o çocukları kandırıp ellerinden bir şeyi almak kolay olduğundan, onlara, her şeyden önce “ellerindekini vermemeleri” öğretilir. Hep kandırılmaktan korktuğumuzdan, kandırılmamak için “kurnazlaşmamız” da kaçınılmaz oldu. Hayatın “kandırmak” üzerine kurulduğuna inandık. Ya bizi kandıracaklar ya biz kandıracağız. Korku ve kurnazlık yan yana gelince haliyle bu ülkede sorun çözmek de imkânsızlaşıyor.
Bugün önümüzde çözümlenmek bir yana, Cumhuriyetin başından beri süregelen yüzleşilmemiş bir Kürt meselesi ve bunun uzantılarından sadece biri olarak PKK şiddeti var. Birkaç yıl öncesinde kaybedilen 9 bin güvenlik görevlisinin acısı toplum olarak sindirilmemişken, son günlerde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM grubunun sıralarına giderek milletvekilleriyle tokalaşmasının ardından hızını alamayıp Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısında somutlaşan “devlet aklı”nın bir açılım tasarlamakta olduğu olasılığı ile hemen ardından gelen TUSAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii AŞ) saldırısı insanlarımızı şehid etmeye çalışırken, toplumun akılcı olması o denli kolay değil.
Kimse aklımızla dalga geçmesin. Bu hamlelerin Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin önünü açmak için anayasa değişikliğine yönelik olduğu belli idi. Ancak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cumhuriyet Bayramı mesajında “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kürt sorunu yoktur ve asla olmayacaktır“ sözlerinin “yeni bir barış süreci” beklentisine giren “iyimserler” için hayal kırıklığı olacağını söyleyebilirim.
Bahçeli, “Kürt sorunu yoktur” diyor. Buna karşın “Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız ötekileştirildi, ötelendi, maalesef, haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı” cümlesi de Erdoğan’In. Erdoğan ile Bahçeli’nin daha ilk adımda, sorunun adını koyarken, nedenini tespit ederken ayrıştığını görüyoruz.
“Eski sistemimize” yeni eklemeler yaparak herkesi memnun edecek bir çözüm bulamayız. Parolayı değiştirip, yeni bir sistem bulmamız lazım. System Avrupa Birliği’nin “Türkiye İçin Katılım Ortaklığı” metnindeki ölçüleri olmalı. Zira, Avrupa Birliği ülkedeki herkesin, her ırkın, her dinin eşitliğini kabul ediyor. Herkesin eğitim, dil, iletişim, ibadet hakları korunma altına alınıyor. “Önce Türk sonra insan” olmuyoruz. “Önce Kürt sonra insan” da olmuyoruz. Hep birlikte önce “insan” oluyoruz sonra da ne istersek o oluyoruz. Belki, “vatanını seven sorundan söz etmez” yerine “vatanını seven sorunu çözer” parolasını yerleştirebilmekle de önemli bir adım atabiliriz.
İşimiz zor. Sorun çözmekte böylesine korkan, tükenmiş bir kadroyla Kürt meselesini çözmenin iyi olduğunu nasıl ikna edeceğiz? “Sorun Türkiye içinde görünmüyor, bölgesel bir güç iddası var, çözum bizi felakete götürür” inancını nasıl değiştireceğiz?
Bu kıskaçtan çıkış kolay değil ama mümkün. Önce halimizi görmeyi gerektiriyor, sonra da anlamayı. Korkmadan, kendini kandırmadan görme ve anlamayı sağlamak için de, zihniyetini sorgulamayı. Yani hem derin hem nesnel olmayı…
Cumhuriyet’in 101.yılındayız. Sizce bu toplumun da artık büyüme, akkıllanma zamanı gelmedi mi?
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, Çarşemba 30 Ekim 2024
YORUMLAR