Kur’an’daki muhkem /değişmez ana kurallar bütününün din demek olduğunu ve bu dinin de “Allah’ın tek dini olarak Adem’den başlamak üzere daima İslâm ismi ile tanımlanmakta olduğuna vakıf olan Atatürk, halkın dindeki doğruları Kur’an’dan öğrenmesi için Kur’an’ın Türkçe tercümesini yapma görevini 1925 yılında önce Mehmet Akif Ersoy’a vermiştir. Çünkü M. Akif, Kur’an’daki gerçek İslâm görüşündeydi ve şiirinde şunu söylüyordu:
“Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurdun /Yıktın da din-i mübin-i yeni bir din kurdun”.
Tercümeye başlayan Ersoy, Kahire’ye Elçiliğe atanınca, Mısır Kralı olan Fuad’ın düşüncesini yürütmek konumundaki El Ezher Üniversitesi’nin Rektörü ile buluşup bu görevi anlatıp, “Zinhar, Kur’an sadece Arapça olmalıdır” direnci ile karşılaşınca vazgeçmiş ve bu nedenle de Atatürk ile arası açılmıştır. Ne gariptir ki, 2 yıl sonra aynı Rektör, Kral Fuad’ın değişen görüşü paralelinde fikir değiştirmiş ve Kur’an’ın başka toplumların anlaması amacıyla, o toplumun ana diline çevrilmesi konusunda fetva vermiştir. Ersoy’un vazgeçmesi üzerine konu TBMM’ne tekrar götürülmüş ve bu defa Meclis kararı ile 1934 yılında Elmalı’lı Hamdi Yazır görevlendirilmiş ve Atatürk’ün bizzat kendi maaşından 10 Bin lira vermesi ile de Türkçe Kur’an ve Tefsirler bütün Müftülüklere dağıtılmıştır.
Atatürk, Kur’an’ın önce Arapça okunmasını, akabinde okunanın mutlaka Türkçe anlamının da tekrarlanılmasını istemiş, fakat içleri fesat olanlar ile işgüzarlar, sanki sadece Türkçe okunmasını istemiş şeklinde propaganda yapmışlardır. Bu yaklaşım da Atatürk’ün çabasını olumsuz etkilemiştir.
Bu arada Atatürk yine 1934 yılında bütün dindarları kucaklamak ve Kur’an’daki gerçek İslâm’ın muhkem /değişmez ana amaç hükümlerinin öğrenilmesi amacıyla “Dinin özüne dönüş projesi”ni başlatmış ve bu çerçevede aydınların İslam dinine sahiplenmelerini istemiştir. Fakat vefatından sonra maalesef aydınlar, Kur’an ve din ile ilgilenmemeyi, ibadet yerlerinden uzaklaşmayı çağdaşlık olarak görme yanılgısına düşmüşler ve projeyi devam ettirmemişlerdir. Böylece de aydınlar tarafından sahiplenilmeyip başıboş bırakılan din, Atatürk’ün vefatından sonra Kur’an’ın dininden, geleneklerin ve kişilerin kendi görüşlerine göre yorumladığı “İnsanların Uydurdukları Dine” dönüştürülmüş ve bugüne kadar da öyle devam ettirilmiştir. Buna göre, İslâm dininin ülkemizdeki şu andaki halinde, aydınlarımızın büyük bir vebali vardır.
Atatürk, Anadolu insanının, gerek genel eğitim ve gerekse Kur’an bilgisi yönünden cahil bırakılmış olmasına rağmen, tertemiz, art niyetsiz saf birer dindar ve içten Allah’a iman eden bir toplum olduğunu, özellikle Çanakkale savaşı sırasında anlamış ve Kurtuluş savaşına da, bu içten imanlılığın gerçek güç olduğuna ve silah ile sayı gücünü yeneceğine inanmış olarak başlamayı göze almıştır.
Atatürk, meraklı ve sürekli öğrenme açlığında bir kişilik yapısındaydı. Daha lise öğrenciliğinden itibaren askerî konular yanında, ülkeyi ilgilendiren sosyal konular ve özellikle Kur’an temelli İslâm ile ilgilenir, her fırsatta Müftüler başta olmak üzere uygun buldukları ile Din ve Kur’an tartışmaları yapardı. İşte yıllar içinde elde ettiği bu bilgiler, Atatürk’ün Kur’an’ın özüne ve Kur’an’daki İslâm bilgisine hakim oluşunu sağlamıştır.
Atatürk’ün Kur’an ve İslâm dinine yaklaşımını şu sözleri net bir şekilde belirtmektedir;
“İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur’an, Evrenlerin ve insanların Rab’binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır. Tanrı’nın bilgisini kapsayan bu mesajı insanlığa duyuran Hz. Muhammed’dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur’an, Dünya’nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır – Mustafa Sağ. Dini Atatürk gibi anlamak-2006”.
Özellikle son cümlesi ile Atatürk, Kur’an’ın donuk ve sadece Hz. Muhammed zamanındaki topluma değil, zaman üstü, Al-i İmran-7 nci ayette belirtildiği gibi, her biri birer farz ibad etme /kulluk etme hedefi olan Muhkem /değişmez ana hükümlere ulaştırıcı araç yöntemler olan ve her topluma hitap eden müteşabih /değişken mesajları ile canlı bir kitap olduğu bilincindeydi.
Atatürk’ün 2 defa ağladığı görülmüştür. Birincisi 31 Ağustos 1922 sabahı, Kızıltaş deresindeki savaş alanını dolaşırken binlerce şehidi görünce olmuş ve bu sırada Fatiha’yı okuduktan sonra şu sözleri mırıldanmış ve bu sırada gözlerinden yaşlar akıyordu;
“Yarab bana suç yazma! Yunanlılar yurduma girdi. Ulusumun namusuna saldırdı. Türklüğü ve Sana inanan, dua eden Müslümanları yok etmek istediler. Yurdumu kurtarmak için bu savaşı yaptırdım. Beni istilacı kumandanlarla bir tutma! Türk ulusunun kurtuluş savaşından, dökülen kanlardan dolayı affet!”.
İkinci ağlayışı ise, Çankaya’dan Meclise giderken, bozkırda tek ağaç olan söğüt ağacının, geçecek bir yol nedeniyle kesildiğini görünce olmuştur.
Atatürk, özellikle dinin siyasete alet edilmesini kabul etmediğini şu sözleri ile açıklamıştır;
“İslâm dinini, asırlardan beri sürdürülen alışılagelmiş bir siyaset vasıtası olmaktan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Mukaddes ve ilâhî inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi karanlık ve kararsız her türlü menfaat ve ihtiraslara görüntü sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün bölümlerinden, bir an evvel kesin bir biçimde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevi saadetinin emrettiği bir mecburiyettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüceliği belli olur”.
Atatürk, inancı paralelinde TBMM’nin açılışını, 23 Nisan 1920 Cuma gününe ve Hacı Bayram’ı Veli Camiinde kıldığı namaz ve bizzat hutbeyi okumayı takiben, kurban ve dua eşliğinde gerçekleştirmiştir.
Atatürk, Allah’a şükretmeyi bir alışkanlık haline getirdiği gibi, bunu çevresindeki insanlara da tavsiye etmiştir. Örneğin büyük musiki yeteneğine sahip olan Safiye Ayla’ya, sahip olduğu bu yetenekten dolayı Allah’a şükretmesini tavsiye etmiştir.
Atatürk, sık sık, insanın dindar olması gerektiğine vurgu yapmış ve bir konuşmasında şunları söylemiştir;
“Din, insanların gıdasıdır. Dinsiz adam, boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslâm dini, hepsinden üstündür – Banoğlu, Nükte ve fıkralarıyla Atatürk, s. 707”.
Atatürk, gerekli çalışma ve çaba temelli Allah’a tevekkül edilmesi görüşündeydi ve Kurtuluş savaşı sırasında, 25 Ağustos 1922 günü, Kocatepe’ye çıktığı zaman orada şöyle dua etmiştir:
“Allah’ım, Senin bana verdiğin fikir ve zekâyla ben bütün planlarımı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık Senin mukadderatın”.
Haftaya devam etmek üzere inşallah.