Din demek, bize, bütün insanlara ve Allah ve yine diğer insanlarla olan iletişimimize zarar vereceği için yarısı yasaklananlar ve diğer yarısı ise fayda sağlayacağı için yapmamız istenen yaşam kuralları bütünü demektir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefatından başlamak üzere olan asırlar içinde, bu kurallardan uzaklaşılmış ve din kuralları şekilselleştirilmiş, hurafe ve rivayetler ile boğulmuştur.
Aynı paralelde Hz. Muhammed’i örneklik de şekilselleştirilmiş ve insan olarak günlü yaşantısı, kıyafeti, ne yiyip ne içtiğine indirgenmiştir.
Aynı şekilcilik, Atatürk’ün yolunda olmaya da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır diye düşünüyorum.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, dinî ve millî duyguları coşturan bir sosyal çevrede dünyaya gelmiştir.
İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e büyük önem vermiştir.
İlk Kur’an kültürünü ailesinden, soyu Şems-i Tebrizi’ye dayanan annesi Molla Zübeyde Hanım’dan almıştır.
Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa Kemal’e çok küçük yaşlarda Kur’an öğretmiş ve eve çağırdığı hafızlar sayesinde öğrettirmiştir. Yaşamış olduğu mahalle ve Selanik şehri ona çocukluğundan itibaren “Türklük” ve “Müslümanlık” kimliğini ilham etmiştir.
Mustafa’nın ilköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrin şartları içinde ciddi dinî bilgiler veren öğretim kuruluşları idi.
Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi ile Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren kurumlardı (Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam, İstanbul, 1995, Remzi Kitabevi, c.III, s.46-50, Şerafettin DÖNMEZ, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, İstanbul, 1998, Ayışığı Kitapları Yayınları, s.153-154).
Mustafa Kemal, çocukluk ve gençlik yıllarında, birçok dinî ibadet ve ayine katılmıştı. İlk gençlik yıllarında Selanik’te bulunduğu dönemlerde Cuma ve Teravih namazlarını kendi mahallesinde bulunan Kasımiye Camiinde kılardı (Ahmet Faruk KILIÇ, Atatürk ve Din, İstanbul, 2009, Değerler Eğitim Merkezi Yayınları, s.75, Sinan MEYDAN, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, İstanbul, 2002, Toplumsal Dönüşüm Yayını, s.43).
Atatürk, meraklı ve sürekli öğrenme açlığında olması yanında, araştırıcı ve sorgulayıcı bir kişilik yapısındaydı.
Daha lise öğrenciliğinden itibaren askerî konular yanında, ülkeyi ilgilendiren sosyal konular ve özellikle Kur’an temelli İslâm ile ilgilenir, her fırsatta Müftüler başta olmak üzere, sık sık Din ve Kur’an tartışmaları yapardı.
Kur’an’ı daima merak etmiş ve fırsat buldukça öğrenerek inancını pekiştirme çabasında olmuştu.
Tüm yaşantısına baktığımızda, Atatürk’ün, çocukluğundan başlamak üzere, Allah inancının ve Kur’an bilgisinin güçlü olduğunu görüyoruz.
Anıtkabir Atatürk Müzesi’nde sergilenen Atatürk’ün kullandığı eşyalardan biri ve yanından hiç ayırmadığı bilinen 3,5 cm uzunluğunda 2.8 cm genişliğinde ve 1 cm kalınlığında çok ufak boyutta basılmış bir Kur’an-ı Kerim’dir.
Atatürk, haftanın belirli günlerinde dönemin önde gelen hafızlarına Kur’an okutturmuş, okunan ayetlerin anlamını da tartışmıştır.
İşte yıllar içinde bu bilgiler, Atatürk’ün Kur’an’ın özüne ve Kur’an’daki İslâm bilgisine hakim oluşunu sağlamıştır. Çok güzel Arapça bildiği için Kur’an-ı Kerim’in hem orijinal Arapça metnini, hem de Fransızca ve Türkçe çeviri metinlerini defalarca incelemiştir.
Onun okuduğu kitaplardan biri de Cemil Sait’in ‘Kur’an-ı Kerim Tercümesi” olmuştur. Her anlayarak Kur’an okuyuşundan ve sohbetlerden sonra da:
“Hey büyük Allah’ım, Kur’an’a inanmayan kâfirdir. Bize nasıl yol gösteriyor. Bunları tüm dünyaya okutmalıyız” diye söylenmiştir.
Atatürk, sık sık, insanın dindar olması gerektiğine vurgu yapmış ve bir konuşmasında şunları söylemiştir;
“Din, insanların gıdasıdır. Dinsiz adam, boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu, elbette en mükemmelidir. İslâm dini, hepsinden üstündür – Banoğlu, Nükte ve fıkralarıyla Atatürk, s. 707″.
Atatürk’ün, Kur’an’ın bütününü kavramışlığına dayanan şu vurgusu da bence çok önemli olmuştur:
“İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur’an, Evrenlerin ve insanların Rab’binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır.
Tanrı’nın bilgisini kapsayan bu mesajı, insanlığa duyuran Hz. Muhammed’dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur’an, Dünya’nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır (Mustafa Sağ. Dini Atatürk gibi anlamak-2006).
Özellikle son cümlesi ile Atatürk, Kur’an’ın donuk ve sadece Hz. Muhammed zamanındaki topluma değil, zaman üstü ve Al-i İmran-7’nci ayette belirtildiği gibi, her biri birer ibad ve ibadet etme /yani Allah’a kulluğu ifade etme hedefi olan Muhkem /değişmez /kesin ana kurallara ulaştırıcı araçlar /yöntemler olan ve her topluma hitap eden müteşabih /değişken /benzeşik mesajları ile canlı bir kitap olduğunu açıklıyordu.
Atatürk, gerçek ve içten olan inancı paralelinde TBMM’nin açılışını, 23 Nisan 1920 Cuma gününe ve Hacı Bayram’ı Veli Camiinde kıldığı namaz ve bizzat hutbeyi okumayı takiben, kurban ve dua eşliğinde gerçekleştirmiştir.
Atatürk, Allah’a şükretmeyi bir alışkanlık haline getirdiği gibi, bunu çevresindeki insanlara da tavsiye etmiştir.
Örneğin büyük musiki yeteneğine sahip olan Safiye Ayla’ya, sahip olduğu bu yetenekten dolayı Allah’a şükretmesini önermiştir.
Atatürk, gerekli çalışma ve çaba temelli Allah’a tevekkül edilmesi görüşündeydi ve Kurtuluş savaşı sırasında, 25 Ağustos 1922 günü, Kocatepe’ye çıktığı zaman, orada şöyle dua etmiştir:
“Allah’ım, Senin bana verdiğin fikir ve zekâyla ben bütün planlarımı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık Senin mukadderatın”.
Atatürk, Fatır-32’nci ayette, Kur’an’ın Allah tarafından İslam’ın örnekliği sorumluluğu verilen Hz. Muhammed’e iman edenlere miras bırakıldığını kavramıştır.
Fatır-32. Ya Muhammed! Senden sonra da Kur’an’ı, İslâm’ın temsilcileri olarak siz seçilmiş olan ümmetindeki insanlara miras bırakmışızdır. Fakat Kur’an’daki buyruklarımızı bilmelerine rağmen, kimi yanlış yola sapıp kendi nefslerine zulmedecekler, kimi orta yolu tutacak, kimi de Allah’ın izniyle en iyisini yapmada örnek olacaklardır. İşte Allah’ın en büyük lütfü bunlara olacaktır.
Çünkü Kur’an’ı tebliğ görevinde olan Peygamberin vefatı ile, elçi kişi tarafından tebliğ yöntemi sona ermiş, canlı kitap olarak Kur’an ve Hz. Muhammed’e atfedilen ayetlere uygun pratik örnekli ve Hadis grubuna giren sözleri kalmıştır.
Bu nedenle de Hz. Muhammed’in vefatından itibaren, her iman edenin, Kur’an’ı anlaya anlaya, düşüne düşüne okuyup, din demek olan muhkem /değişmez ana kuralları öğrenme ve onlara uygun yaşamını düzenlemesi dönemi başlamıştır.
Diğer bir ifade ile her kişi din denilen kuralları, başkalarının sözlerinden değil, bizzat kendi çabası ile ana diline çevrilmiş Kur’an’dan öğrenecek ve kendi doğrularına ulaşacaktır. Kendi kendinin peygamberi olmayı başaracaktır.
Konuya inşallah haftaya devam edeceğim.
NOT- NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: “DİN VE BEYİN”, “SON DAVET KUR’AN Tercümesi”, “KUR’AN KADINI KORUYOR”, “OKU! Konularına göre Kur’an ayetleri”, “KUR’AN’IN KULU KÖLESİ MEVLANA”, “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE ANLAŞMAMIZ VAR”, “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR” VE “ALLAH KİMİ SEVER, KİMİ SEVMEZ”
YORUMLAR