Benim, Fransa’ya gelişimimin o ilk gençlik yıllarımda Jean-Paul Sartre’ın “Aydınlar Üzerine” kitabı pusulamdı. Yirminci yüzyıl başı, dünyanın en çalkantılı dönemi, büyük olaylar ardı ardına etkiliyor herkesi. Kendi sorusuna yanıt bulmaya çalışıyor Sartre. Öyle değil midir zaten, bir başkası size ödev, sorumluluk yüklemez, eğer dünya ile dertlenir, bunu temel meseleniz sayarsanız ancak “aydın” olursunuz!
Peki, kimdir bu aydın?
“Çağının dünyasına sırt çevirmeyen, yaşadığı dönemin gerçeklerinden, çıkmazlarından esinlenerek tavrını ve eylemini belirleyen aydın” olarak görür Sartre. Aydının görevini de “Yazarken değiştirmek, yazarken özgürleştirmek” diye tanımlar. “Hiç kimse tarafından görevlendirilmemesinin ve statüsünü hiçbir otoriteye borçlu olmamasının onun(aydının) özelliği olduğunu söyleyebiliriz” diyor Sartre. Bir kere kimseden emir almayacaksın, hiçbir makama bağlı olmadan, başına buyruk olacaksın, sözüne sahip çıkacaksın!… Halkın bilgisini görgüsünü yüceltmek için mücadele vereceksin.
“Okumuş adam”, “kültürlü adam”, “kafa emekçisi” (doktor, avukat, öğretmen, yönetici vb.) ile “aydın” arasında kalın bir duvar vardır. Pratik bilgi teknisyenleri diyebileceğimiz beyaz yakalılar diplomalarının sağladığı bilgiyi satarak hayatlarını kazanırlar. “Aydınlık”, hayat kazanma tarzı olmadığı için bir meslek değildir. Bir toplumsal tiptir aydın. Aydın, pozitivizm ve aydınlanma çağının ürünü olan bir tiptir: İnancı (imanı) değil, mantığı ve düşünceyi seçmiştir, deney ve eleştiriyi seçmiştir. Aydınlık diploması veren okul yoktur; aydın oluş babadan oğula geçmez; aydınlık atama yoluyla elde edilen bir görev değildir; aydınlık ihale edilemez; aydını hiçbir güç görevden alamaz. Aydın, sorumluluk duyan bir kişidir ve bu sorumluluk duygusu kendiliğindendir; bu duygu aydına görev olarak verilmiş, ihale edilmiş değildir. Aydın, “üstüne vazife” olmayan işlere burnunu sokar, kendisini ilgilendirmeyen (karıştığı işlerde kişisel çıkarı yoktur) işlere karışır. Bu nedenle, başta devlet olmak üzere, egemen sınıflar ve güçler sevmezler aydını. Hele aydının yazar olanını hiç mi hiç sevmez.
Öner Yağcı, 11 Temmuz tarihli Cumhuriyet Kitap dergide, Ahmet Taner Kışlalı’yı tanıttığı yazısında, “Yaşamını Cumhuriyet değerlerine adadı. Devrimlerin en büyük savunucusu oldu. Bu yolda katledildi” vurgulamasını yapmış. Kuşkusuz, Kışlalı’nın aracının üzerine konmuş içeçek şişesindeki bombanın patlaması, Uğur Mumcu’nun aracına bomba yerleştirilmesi, Bedri Karafakıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Doğanay hocalarımızın arkadan vurularak katledilmeleri, Bahriye Üçok’un bombalı paketle, Muammer Aksoy’un ise evinin önünde kurşunlanarak katledilmesi… Sayamayacağım kadar daha çok Aydınlanmacımızın katledilmelerinin ortak nedenleri hiç değişmedi.
İlerici yurtsever Kemalist Devrimlerin ödünsüz aydını Ahmet Taner Kışlalı Hoca ile en son yüz yüze buluştuğumuz çok anlamlı bir etkinliği sizinle paylaşmak istiyorum. 1990’lı yılların sonları idi, doğup büyüdüğüm doğunun kraliçesi şehrime tatile gelmiştim Fransa’dan. Antakya’mın merkezinde, yine çok kalabalık bir katılımlı izleyicilere, Atatürk Devrimlerin anlamlı değerlendirmesinin yapıldığı konferanstaki sunumlarda, Ahmet Taner Kışlalı Hoca’mız da konuşmacıydı. Nefessiz, onun birikimleri ile yaptığı sunumu da ilgiyle dinlemiştim. Daha sonra Orontes (Asi) kenerında İnönü Caddesindeki Antakya Șehir Kulübünde yapılan yemekli resepsiyonda onunla birlikte olup tanışma sahsına sahip olmuştum. 1968 yılında Fransa’da tanıştığı Bordeaux’lu (Bordo) Nicole (Nilgün Kışlalı) ile evliliğini hatırlatmıştı. Daha sonraki yıllarda sürecek bir dostluğun temelleri atılmıştı o gece… Büyük depremin ardından uzun bir zaman geçti. Yerle bir olmuş Antakya’mın merkezinde hâlâ insanca yaşama dönük anlamlı hiçbir adım atılamadığı için bugün o etkinliğin yaşandığı güzelliklerin izini bile bulamamız mümkün değildir. İnsanlar çaresiz, büyük kısmı konteyner kentlerde perişan. Sorunsuzluk devam ediyor. Herkes küçük hesaplar içinde. Zor oyun bozar ! derler ya. Orada yok böyle bir şey ! Adeta toz, toprak, sis, bulutu içinde ! Her şey muamma ! Kimse ne olacağını bilmiyor. Orada atanmışlar kral ! Seçilmişler aciz ! Vatandaş aymazlık içinde. Memleketim beceriksiz liyakatsız ellerden bir kara deliğe sokuldu. Boş kahramanlık havasıyla çıkmazlar anaforuna atıldı. Yazık oluyor, günah oluyor. Seçim öncesi verilmiş sözlerin tümüyle yalan çıkmış olmasının acısına mı, bölgede yaşamak zorunda olan güzelim insanlarımın çektikleri acılara mı daha çok yanmalıyız bilemiyorum.
Yaşamını Cumhuriyet değerlerine adayan, devrimlerin en büyük savunucusu olan ve 21 Ekim 1999’da katledilen Ahmet Taner Kışlalı Hoca’mızı sevgiyle, saygıyla, emeklerinin değerlerini unutturmadan anmak, Aydının görevinin ve Aydınlanmacılığa katkının bir küçücük adımı. Aydınlanmacıların ne kadar çok kalabalık oluşturarak, ne kadar güçlü var olabilmelerinden başkaca bir yol bulunabilir mi? İçinde bulunduğumuz uzun bir karanlıklar sürecinden çıkışta, Aydınlanmacıların çizdikleri yolları doğru okumaya her zamankinden daha çok gereksinimimiz olmalı. Sözü Alman düşünür Theodor Adorno ile bitireceğim, diyor ki:
“Aydın için biraz olsun dayanışma gösterebilmenin tek yolu katı bir yalnızlıktır şimdi. Her türlü işbirliği, toplumsal katılma ve kaynaşmanın bütün insanca değeri, insanlık dışı koşulların sessizce onaylanmasını örten maskedir yalnızca. İnsanların çektikleri acılardır asıl paylaşılması gereken: Onların haz ve eğlencelerine doğru atılmış en küçük adım, acılarının daha da şiddetlenmesine yol açacaktır.”
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Salı 16 Temmuz 2024