Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

Bârika-ı Hakikat Namına Kelam Etmek

İtalyan filozof Niccolò Makyavelli (Makyavel), 1513-1517 yılları arasında Roma tarihçi Titus Livius’un ‘İlk On Kitabı Üzerine Söylevler’i yazar. Kısa adı ile “Söylevler” ya da “Konuşmalar” olarak bilinen bu yapıtta özetle, bir cumhuriyeti gerçek anlamda cumhuriyet yapan olgunun halkın kamusal alanda kendisini yüksek sesle ifade edebilmesi olduğunu söyler, yani halkın konuşamadığı, susturulduğu yerde cumhuriyet yoktur; sessizlik, cumhuriyeti yozlaşmaya ve çürümeye götürecektir.

Öğrenim ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux Üniversitesi’nin adını taşıyan Montesquieu (1689-1755) de Makyavel’e hak vererek şöyle der:

 “Genel bir kural olarak, kendisine cumhuriyet adı veren bir devlette ne zaman herkes sakin, sessiz görünüyorsa, orada özgürlüğün bulunmadığından emin olunabilir.”

Türkiye’de 15 Temmuzdan sonra yaşanan süreç Makyavel’i ve Montesquieu’nün bahsettiği anlamda, “sessizliğin hâkimiyeti” söz konusudur ve burada bir cumhuriyet yoktur. İktidara göre 15 Temmuz ile beraber yeni bir “istiklal” mücadelesi başladı. Bu yeni “mücadelede” slogan “tek millet, tek vatan, tek bayrak”.

Teklik ne var ki sadece vatan, bayrak ve millet ile sınırlı değil. “Tek fikir, tek ses” diye devam etmek gerekir. En kısık halinde de olsa farklı bir sese yer yok.

Neyin yanlış neyin doğru olduğuna, neyin söylenip neyin söylenemeyeceğine tek bir kişi karar veriyor. O tek kişi herhangi bir konuda konuşmadıkça kimse fikir beyan etmek istemiyor. Etrafındakiler açığa düşmekten korkuyor. Ve Herkes susuyor, tek bir kişinin konuşması bekleniyor. Tek kişi konuştuktan sonra konuşanlar, ya tek kişinin söylediklerinin tamı tamına aynısını söylüyor ya da o tek kişiyi doğruluyor, övüyor; her şeyin en doğrusunu en iyisini o biliyor. Bundan şüphe duymaya izin bile verilmiyor. Baksanıza ; bakanlardan tutun -valiler başta- mülkî erkâna, askerî erkâna, devlet kurumlarının başına getirilmiş üst düzey bürokratlara, iktidar partisinin milletvekili veya belediye başkanı adaylarına kadar, ülkenin siyaset erbabı ve yöneticileri ağızlarını her açtıklarında sözlerine “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” diye başlıyorlar.

***

Düşünmenin, konuşmanın, eleştirmenin, farklı fikir serdetmenin, sürüden ayrılmanın ve en nihayet itirazın zor olduğu zamanlardan geçiyoruz. Düşünce ve düşüncenin özgürleşmesi üzerindeki inancın baskısı aileden başlayarak okullara, eğitime, çarşıya, politikaya, devletin kurumlarına, yasalarına uzanan bir genişlikle yaşamı kuşatmış. Onlarca yıldır izlenen politikalarla bir yandan bilgisizlik (cahillik), bir yandan da dinci bağnazlıkla donatılmış dalgalarla oluşan tehdit, toplumun özgürleşmesinin önündeki en büyük engel.

Ancak, neticesi ne olursa olsun barika-ı hakikat (hakikatın nuru) namına kelam etmekten geri durmak da fikir sahiplerine yaraşmaz. Fikir sahipleri sadece eli kalem tutanlar veya okumuşlukla nam salmış olanlar zannedilmesin. Kimin bir parça muhakemesi, biraz da vicdanı varsa olup bitenlere dair söyleyecek sözü de var demektir. Sokakta, otobüste, dolmuşta, televizyonda, gazetede, social medyada…

Bir ülke, devrin şartlarına mağlup olup her sahada geri gidebilir hatta bazı kurumlarını kaybedebilir ama hakikati asla unutamaz. Böyle bir unutkanlık affedilemez. Hakkın, hukukun, ehliyetin, adaletin, vicdanın vazgeçilemez olduğu, yolsuzluğunu, yozlaşmanın, adam kayırmanın, iftiranın vesaire de kabul edilemez olduğu gerçeği; tatbikatta hayat bulamasa bile zihinlerde yitip gidemez. Millet olmak, devlet olmak ve tabii insan olmak bunu zaruri kılar.

Namık Kemal; “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar” diyor. (Fikirlerin açık ve net çarpışmasından hakikat güneşi doğacaktır”)

***

Birey insanın, kendini dünyevî ya da dinî bir otoriteye ve o otoriteyi temsil ettiği varsayılan kişiye/kişilere tâbi hissettiği; başka bir deyişle, özgür iradesini kendi dışında bir muktedire teslim ettiği bir düzen  kulluk düzenidir. Kul insan özgür yurttaş olamaz. Gerçek anlamda demokrasi ise özgür yurttaşların yaşam ortamı ve rejimidir.

Kul’luktan yurttaşlığa geçememiş kitlelerle gerçek demokrasi kurulamaz, demokratik bir ülke inşa edilemez. İktidarlarını devlet mitosu ve biat kültürü üzerine kurmuş olanların böyle bir amaçları yoktur zaten.

Zbigniew Brzezinski “Büyük Çöküş”adlı kitabında komünist sistemin çöküş sebeplerini anlatırken, Sovyet sosyoloğu Yevgeni Afanasylev’in sözlerini aktarır, özetle:

“Sovyet toplumu ‘gönüllü’ bir izolasyonda yaşadı. Max Weber veya Durkheim’le ya da Freud, Toynbee ve Spenglerle ilgilenmedik. Bunlar sadece isimler değildir, arkalarında fikir sistemleri vardır. Bir toplum böyle fikir sistemleriyle tanışmazsa 20. yüzyılın gerisine düşer.”

Dikkat “izolasyon” yani tek fikirlilik… Sovyetler’de değişik görüşlerin ifade edilmesi, yaratıcı düşüncelerin ortaya çıkması, yönetimlerin denetlenmesi engellendi, sonunda çöktü. Hem de muazzam silahlarına ve çok sayıdaki “Sovyet Bilimler Akademisi” türü kurumlara rağmen.

Sovyetler tabii uç bir örnek ama çok öğretici bir tecrübe, bir ders…

***

Düşüncenin özgür olmasını sorun edinenlerin toplumlarındaki tüm insanların aynı sorumluluğu duymaları için uğraş vermeleri, kendi kendilerine yüklediği bir görevdir. “Dünyada anlaşılması en güç olan bir şey varsa, o da dünyanın anlaşılabilir olduğudur” diyen Einstein, “Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz. Bir önyargıyı ortadan kaldırmak, bir atomu parçalamaktan daha güç” düşüncesiyle özgür insanın görevlerini anımsatıyor.

Her şey önceden düşünülmüş ve belirlenmiştir diyen önyargı, toplumu bağnazlığa mahkûm ediyor. Düşünen, düşündüklerini çeşitli yollarla açıklayan aydınların haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkmak gibi vazgeçilmez sorumluluğu onlara düşünceyle ilgili tüm sorunların çözümlenmesi gibi bir görevi de yüklüyor. Bilimin yol göstericiliği olmadan ilerleme gerçekleştirilemeyeceğine göre, iradesi ve bilgisiyle özgür olanların toplumunu geliştirebileceği gerçeği, bu sorumluluğu ağırlaştırıyor.

Her sorunu aklın ışığında irdelemek, sorular sorarak yanıtlarını bulmaya çalışmak, sorunların çözümü için gereken bilgiyi araştırıp tartışmak, eleştirmek, insanlığın gelişmesinin, ilerlemesinin zorunluluğunu görmek özgür insanın sorumluluğudur.

Niçin insanın düşünme ve eleştirme yeteneği vardır sorusuyla bağnazlığa karşı durmak zorunda olan insanlık, Fransız şair Paul Éluard’ın değimiyle ‘aydınlık bir pencere’ bularak dünyanın adaletsiz, haksız, yanlış gidişine “dur” diyecek güce sahip olduğunu unutmamalıdır.

Kendi körü körüne bağlanmasını haklı bulan, eleştiri ve gelişme bilincinden yoksun olanların yani ve insanın en eski alışkanlıklarından olan bağnazlığın (fanatizm, mutaassıplık), toplumda ilerleme ve aydınlanmanın yolunu tehlikeli biçimde kapattığı – Sovyet örneğinde olduğu gibi – bir gerçektir. Kapatılmaya çalışılan yolu açma çabası özgür düşüncenin ve eleştirinin olmazsa olmazıdır.

***

Eleştiri∕ eleştirme yapmanın esasen, en çok iktidarın işine yaramasına rağmen iktidar tarafından zorlaştırılan iklimde icra edilen bir vazifedir. İstifade kapısını açarsa iktidarın işine yarar ama her durumda gayet tabii ki toplumun; yani milletin menfaatine hizmet eder.

Charles de Gaulle, Fransa’da 1958- 1969 cumhurbaşkanlığı görevi sırasında basın özgürlüğü, radyo ve televizyon yayınları konusunda baskı uygulamış, aydınların ağır tepkileri ile karşılaşmıştı. Antakya Lisesinden mezun olup yükseköğrenim için gelişimi’min ikinci yılı 1968’de de Gaulle’ün bu baskılarına karşı Paris’te üniversite öğrencileri ayaklandılar, yönetime karşı tepkiler günlerce sürdü, polisle karşı karşıya gelindi, ancak tek bir kişi bile yaşamını yitirmemişti. Bu özgürlük dalgası Fransa’dan tüm Avrupa ülkelerine yayılmıştı. De Gaulle, 1968 olaylarından sonra yapılan genel seçimleri kazanmış olmasına karşın bu olaylardan etkilenerek 1969’da kendi isteğiyle görevinden çekilmişti.

Ünlü Fransız düşünür Jean Paul Sartre varoluşçuluğun savunucusudur. Dostoyevski’nin “Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur” sözünü ilke edinmişti. “Aydın olarak görevim düşünmektir” diyen Sartre, de Gaulle’ün baskıcı yönetimine karşı çıkmış, onu eleştirmişti. De Gaulle kendisini aklamak için Sartre’a mektuplar yazmıştı. Sartre’a bir mektubunda “değerli üstadım” diye seslenir. Sartre yanıtında, de Gaulle’ü alaya alır ve ona “Bana yalnızca kaldırım kafelerinin garsonları üstadım derler” der. De Gaulle’ün yakınındaki görevliler “Sartre size nasıl böyle yazabilir, siz ki Fransa’nın ta kendisisiniz” derler. De Gaulle’ün yanıtı ise örnek niteliktedir: “Mösyö Sartre da Fransa’nın ta kendisidir.”

 

Jean Paul Sartre’ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavrıdır…

 

Sartre’ın sorumluluk derken ne kastettiğini iyice anlamak lazım. İnsan sadece kendinden mesul değil, tüm insanlardan da mesul. Adaletsizlik, eşitsizlik kol geziyorsa kenara çekilip seyre bakmakla bir değişim ihtimalinin doğması mümkün değil. Daha çok söz, daha çok eylem şart. Yoksa Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi sadece duvardaki gölgeleri izlemekle kalır, mağaranın dışına çıkamayız, dolayısıyla hakikati görme şansımız olmaz. Nedir hakikat? Vicdanımızın söylediği elbet, vicdan… Tek şaşmaz pusula o değil mi?

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

Bordeaux, Cuma 23 Șubat 2024

 

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER