Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

BEDDUAYA KALAN ADALET

Avrupa’nın, dünyanın, hatta bir anlamda Türkiye’nin gerçek tarihi, “Tapınak Şövalyeleri’nin tarihinde gizli” desek sanırım abartmış olmayız. Bu gizemli tarihi ve dünyayı tanıdıkça siz de bu yargıya hak vereceksiniz.

 

Fransız Soylusu Hugues de Payen tarafından kurulan, Hıristiyanlık tarihinin en önemli tarikatlarından biri olan ve “Tapınağın Kılıçdarları” diye de anılan Tapınak Şövalyeleri, Filistin’deki kutsal toprakları korumak için bir din ordusuydu. Son derece fanatik ve örgütlü bu askeri güç; Katolik Avrupa’nın başta Kontantinopolis, Anadolu ve Ortadoğu’da çıktığı tüm Haçlı Seferleri’ne katıldı. Birinci Haçlı seferi sırasında Anasolu’yu baştan başa geçen Haçlılar Ekim 1097’de Tarantolu Boemondo‘nun kumandası altında Antakya‘yı kuşattılar. Surlarla çevrili olan Antakya’m bütün kış boyunca kuşatmaya dayandı. Ancak 3 Temmuz 1098’de Haçlılar kente girebildiler ve kentin bütün Müslüman halkını toplu bir katliamla öldürdüler, 1100 yılında da Antakya Prensliğini kurarlar.

 

Kutsal Topraklar‘da ve Avrupa‘da birçok mevzi inşa eden tarikat bankacılık ve para transferinin ilkel bir formunu bularak Hristiyan hacılara büyük kolaylıklar sağlamıştı. Haydutların bulunduğu yollarda Kutsal topraklara gidecek olan hacılara yola çıkmadan önce üzerinde şifreli metinler bulunan bir belge karşılığında bütün paralarını alırlardı. Hacıların yol boyunca bütün ihtiyaçları Tapınakçılar tarafından karşılanırdı. Yapılan bütün harcamalar düzenli olarak bu belgelere kaydedilir ve Kutsal Topraklardan dönen hacılar bu belgelerde harcadıkları paralar ve faiz oranı kadar azalmış olan paralarını Tapınakçılardan geri alınırdı.  Tapınağın finansal hizmetleri Haçlılara ve hacılara sınırlı değildi. Krallara/Saraylara ya da soylulara da Paris’te kurdukları banka ile kredi sağlıyordu.

 

Haçlı Savaşları‘nın ardından tarikata büyük borçları olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in kâfirlik (“Katolik olmayan” anlamında) ve eşcinsellik gibi suçlamalarla, Tapınak Şövalyeleri‘nin ortadan kaldırılması için Papa V. Clemens‘e yaptığı baskıların neticesinde 1312’de tarikat ortadan kaldırılıp tüm mal varlığına el koyulmuş ve tarikat üyeleri, Fransa’nın kurduğu komploya sarılan tüm borçlu devletler tarafından tek tek yakalanıp, işlemedikleri suçları itiraf edene kadar işkence gördükten sonra yakılarak öldürüldüler. 

 

Sonuncu infaz, tabii ki Tapınak Şövalyeleri’nin Büyük Üstadı, Fransız baş kılıçdarı, Jacques de Molay’inki oldu. Jacques de Molay, 19 Mart 1314’te, 10 yıl hapisten sonra Paris’te Notre Dame Katedrali’nin önündeki meydana getirildi. Mahkûmiyet kararı yüzüne okundu.

 

Ertesi gün, Seine Nehri’nin ortasındaki Saint Louis adasının küçük meydanında yakılarak idam edildi.

 

Rivayete göre, Jacques de Molay yakılırken Papa‘ya ve Kral’a, “Ey Papa Clemens! Ey Kral Philippe! Sizleri bir yıla kalmadan Tanrı’nın mahkemesine, hak ettiğiniz cezayı almaya çağırıyorum! On üçüncü soyunuza kadar lanetliyorum! Lanet olsun, lanet olsun!” diye haykırdı. Garip ama gerçektir, hem Kral hem de Papa aynı sene içinde öldüler (1314).

 

***

Jacques de Molay’ın dört dörtlük tutturduğu bedduanın üzerinden geçen 710 yılda; özelinde Avrupa, genelinde Hıristiyan âleminde her şey değişti, çünkü adalet kavramı değişti. Papa dâhil, artık hiçbir siyasi, hatta sade yurttaşlar bile beddua etmiyor kimseye… Çünkü beddua, beşeri adaletin olmadığı yerde ulvi adalete sığınan insanın çaresizliği; başka bir deyişle geri kalmışlığın ifadesidir.

 

Ancak İslam âleminde beddua etme bir genelek olarak hâlâ geçerliği korumakta. Türk İslam kültüründe Osmanlı Padişahları, aile içi taht kavgalarında, Jacques de Molay’ın Kral ve Papa’ya yaptığı bedduanın benzerlerini görebiliyoruz.

 

  1. Osman (Genç Osman) padişah olunca, tahtı için tehlike gördüğü Şehzade Mehmed’i, fetva alarak idam ettirdi. Genç şehzade Mehmed son sözlerinde “Osman, dilerim Allah’tan ömrü devletin berbat olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasın”diyerek beddua etmiştir.

 

Tahta çıktıktan 4 sene sonra Yeniçeri ordusu ile Lehistan’a düzenlediği seferde Hotin kalesini uzun süre kuşatmasına rağmen ağır kayıplar veren Genç Osman, seferi iptal edip İstanbul’a geri döndü. Aşırı yenilikçi olan bu Padişahın, Lehistan seferinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra aklında tek bir şey Yeniçeri Ocağını kaldırmaktı. Yeniçeri Genç Osman’a karşı daha katı bir tavır almaya başladı. Daha sonra kendisine yapılan isyan sonucunda yakalanıp kementle boğuldu. O zaman halk arasında, canını aldığı kardeşi Şehzade Mehmed’in bedduasına uğradığı konuşuldu. (Nazım Tektaş- Osmanlı Çadırdan Saraya Saraydan Sürgüne- Yeni Şafak Yay.- İst.- S.297)

 

Padişah II. Beyazıd, tahtı zorla bırakmaya mecbur eden oğlu Yavuz Sultan Selim’e “İlahi oğul! Beni berbat edip tahtımdan ettin. Dilerim Allah’tan, sen de genç yaşında berbat olup şir-i pençelere elinde gidesin!” diye bedduada bulunmuş, daha sonra Yavuz Sultan sırtında çıkan şir-i pençe adı verilen çıbanın verdiği yara ve rahatsızlık sonucunda vefat etmiştir. (İskender Pala – Şah Sultan – Kapı Yay. İst. 2010 – S. 405)

 

Yakın tarihimize de baktığımızda milli ve dini değerlerimizde gittikçe bozulmalar olmaktadır. Haksızlığa uğrayan mağdur, mazlum, üzülen, kırılan, canı ve ciğeri yanan, hakkı yenen, hapise atılan, zulme kalan ister istemez, tek sığınacağı, imdat kapısı olan Yüce Allah’a halini beddua şeklinde arzetmektedir.

 

***

Türkiye’yi kemiren CIA güdümlü şantaj mafyası, devleti işgal ve ilga çetesi, darbeci terör, hatta cinayet örgütü FETÖ’nün baş imamı Fethullah Gülen, 2013 ve sonraki yıllarda AKP iktidarına beddua yağdırdı. Önemli değil, çünkü yenik ve bedduaları, uğradığı hezimet karşısındaki çaresizliğini gösteriyordu.

 

Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan da, ilk etapta “Halis olsanız bedduanız tutardı… Bize de millet dua ediyor.” diyordu. Sonra kervanı haramiler soyup devleti ele geçirince; “Ülkemizi böyle bir felaketin eşiğine getirenleri Rabbimin kahhar sıfatıyla kahretmesini niyaz ediyorum” bedduasıyla FETÖ’cüleri lanetliyordu ki; işte bu oldukça vahim sayılır. Çünkü Türkiye’de beşeri adalete güvensizliğin ve ulvi adalete ihtiyaç duyulduğunun itirafı gibiydi. Nitekim iktidarın zımni mesajı şuydu : Böylesine büyük, sinsi ve uzun vadeli bir tehlike karşısında, OHAL’i olağan hal olarak yaşamamız, adil yargılanma hakkının ihlal edilmesine razı olmamız, inandırıcı delillere sahip olmayan tuğla kalınlıkta iddianamelere dayanarak insanların üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis almalarını normal raşılamamız gerekiyordu.

 

Oysa ki, bugün Fethullah Gülen’nin kötü anılan her şeyi, bugünkü iktidarla birlikte yapmıştı. Hep el üstünde tutulmuştu, kadrolarının önü açılmıştı. Gülen’e bağlı hakimler, savcılar, polisler ve gazeteciler yıllarca herkesin gözü önünde at koşturuyordu.

 

Ne zamanki ortaklıkta kendi payına düşeni az buldu, işte ancak o zaman bir düşman haline geldi. Bugün ona beddua eden çok, ortaklığını da iyi anan yok ama iktidarın hukuksuzluğuna, talanına ortak olan, “FETÖ iltisaklı olduğu” tespit edilen başka ‘Gülenci’ler var.

 

Bugün de ülkedeki demokratik mücadeleyi bastırmaya çalışan, verilen tüm mücadeleleri terörle, teröristlikle suçlayanlar var.

 

***

FETÖ davasından tutuklananların tuttukları avukatlara da dava açılıyor ve onlar da FETÖ’cülükle suçlandırıldıysa, bugün de CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve avukatının da içinde 105 kişi tututuklu. ‘Cumhurbaşkanı adayı olduğu’ ve bu adaylığını 15.5 milyon oyla doğrutuğu için İmamoğlu, 30 yıllık diplomasını iptal ettirilmesinin ardından yolsuzluk, usulsüzlük üzerinden “suç örgütü kurma ve yönetme”, “rüşvet”, “suç gelirlerinin aklanması” ve “kamu kurum ve kuruluşları zararına dolandırıcılık” suçlamalarıyla 2 bin 352 yıl hapisi isteniyor.  ”İmamoğlu Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”nün kurucusu ve lideri olduğu iddia ediliyor.

 

11 Kasım’da kamuoyu ile paylaşılan, geçen hafta (25 Kasım) İstanbul 40. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen, FETÖ davalarında olduğu gibi, tuğla kalınlığındaki 3 bin 739 sayfayı aşan iddianamede, 402 kişi şüpheli sıfatıyla yer alıyor. İddianamenin girişinde yer alan “… örgütün tıpkı bir ahtapotun kolları gibi ilimiz geneline yayılan eylemleri….” ifadeleri dikkatı çekti. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İBB’ye yönelik soruşturmaya ilişkin “ahtapot kolları gibi” ifadelerini 25 Mayıs 2025’te kullanmıştı.

 

Aynı Cumhurbaşkanı’nın, bir ay önceki (20 Nisan 2025) AK Parti grup toplantısında, “Bakalım Cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek,” sözleri, tek başına bile hukukun gerçek işlevini yitirdiğini, adalet dağıtmayı sağlıyabilecek nesnel bir toplumsal akıl ve vicdan ‘süzgeci’ olmaktan çıktığını ortaya koyuyor. İBB ile ilgili iddianamenin ‘kalitesi’ de bu durumun bir ‘siyasi tercih’ olarak algılanmasına yol açıyor. Sonuçta hukukla, özgürgürlükle, kıssacası demokrasiyle ilgisi olmayan, FETÖ soruşturması kapsamınde olduğu gibi, ‘Düşman Ceza Hukuku’ ile ve yargının siyasal araç olarak kullanılmasıyla, “koltuk ve makam hırsına bürünenlerin” beyan ve beddualarına kalan bir adalet.  Dolayısıyla ‘Düşman Ceza Hukuku’nun karşısına “Yurttaş Hukuku”nu koymayı savunacağız. Unutulmamalıdır ki, düşman ceza hukukuna karşı direnme hakkı kendiliğinden oluşur. Hukuk, sonunda hep direnenlerce inşa edilir. Özgürlük de öyle…

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 28 Kasım 2025

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER