“Gün tutuşur canım gece tutuşur
Yangınlarda tutsak canlar tutuşur
Gülüm toprak olur yele karışır
Yürür gelir canlar yollar tutuşur
Sivas ellerinde sazım tutuşur
Söz tutuşur canım türkü tutuşur
Teller bizi söyler diller yarışır
Özgürlüğü yazan kalem tutuşur
Canlar can olurda eller tutuşur
Dost evinde canım sevda tutuşur
Pir Sultanlar ölmez binler yetişir”
Üç gün sonra, Sivas Katliamı’nın 26. yıldönümü. Bundan 26 yıl önce, “ kentin tam merkezinde, valilik ve belediye binalarına çok yakın olan Madımak Oteli’nde, ortaçağ karanlığına özlem duyan, irtica yanlısı bir düzen kurmak isteyen, insanlıktan yoksun katiller tarafından; aralarında yazar, folklorcu, müzisyen, bilim insanı ve sanatçıların da bulunduğu 33 insanın; yükselen alevler ve kara duman içinde diri diri yakıldığı bir tarihtir.”
Ülkemiz siyasi tarihine kara bir “leke” olarak geçmiştir 2 Temmuz tarihi,
2 Temmuz 1993, insanlık tarihindeki kara lekelerden birisidir.
2 Temmuz 1993, “kuşaktan kuşağa anlatılacak bir acının, bilincimize kazıdığı kara günlerden biri.”
Bu insanlar Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı Sivas’a kavgaya değil, yoz kültüre karşı Anadolu kültürünü yaşamaya ve yaşatmaya gelmişlerdi. Türkülerini, şiirlerini söylemeye, semaha durmaya; sazda sözde birikimlerini insanımıza yaşatmaya gelmişlerdi.
Halep çarşısında Nesimi’nin derisini yüzen, Hallac-ı Mansur’u darağacına gönderen zihniyet 35 güzel insanımızı, 35 güzel canımızı, diri diri yaktı. Yaşananlar Ortaçağ’da değildi. Yüzyıllar önce değildi… Yirmi 26 yıl önce, 1993’teydi.
O kırımda yakılan ozanlardan Muhlis Akarsu bakın ne diyor bir deyişinde:
“Akarsuyum yansam da
Kül olup savrulsam da
Bazı bazı gülsem de
Yine gönlüm hoş değil”
Böyle büyük bir kıyım karşısında insanın gönlü hoş olabilir mi ki?
”Ben buraya bebe hakkı için geldimdi / ben kimdim unuttum, bebeler kimdi” demişti Metin Altınok,
“Halkı savunma, adalet, özgürlük, kardeşlik ve yüceltme, insanlara hoşgörüyle yaklaşma… Bütün bunlar sadece Türkiye toplumunun değil insanlığın ortak özlemidir… Bu bakımdan Pir Sultanlar ölmez, yaşıyor.” demişti Asım Bezirci,
“Çok seviyorum düşüncelere dalmayı ve de Einstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi… Düşündükçe düşünceyi, sevdikçe beynimin düşünceden çatlamasını istiyorum.” demişti Ahmet Özyurt.
“İnsanın bol olduğu yerde akla kıtlık çekilmezmiş dediler, inandım. Akıl danem delindi.” demişti Uğur Kaynar,
“Rüzgarlarla gidiyorum. Ama boşluğun dibi de değil. Yaşam; sizlerin gereksinmelerinizi, benim de sevgimi dolduran bir yaşam olmadıysa, bırakın başka bir yaşamda, buluşabilmemiz için verilmiş bir sözümüz olsun.” demişti Mehmet Atay
“Seni yazıyorum bembeyaz ak güvercinin kanadına ve sevgimi gönderiyorum onunla sana, yakala… Seni görüyorum kalbimin aynasında, dağların doruk noktalarında… Coşkun ırmak sularında.” demişti Yeşim Özkan
“Ah bir çoğalsa sevgiler… Çoğalsa da üstümüzdeki o kısır bulutlar, içimizdeki yalanlar, katılıklar, kinler, öfkeler, bencillikler sıyrılıp gitse… Ne olur o zaman?.. Yeni bir sevgi güneşi doğar dağların doruklarında… Gökyüzü nar çiçeğine döner, yeryüzü papatya yapraklarına.” demişti Gülsüm Karababa,
Ahmet Özer’in deyimiyle, “Sıvas’ta yakılanların oluşturduğu acı, burada ölenlerin geride bıraktığı ailelerin yüreğinden tüm yurda, oradan da insanlığını yitirmeyen, insanın en yüce varlık olduğunu bilenlerin bilincine uzanıyor.”
İnceliğin, kardeşliğin insanıydı onlar. Onları unutmadık, unutmayacağız… Unutturmayacağız.