Bir Direniştir Yaşamak

Alberto Manguel okumayı dört yaşında, yazmayı ise daha ileri bir dönemde, yedisinde öğrenir. Bir kez harfleri çözünce, her şeyi okumaya başlar: Kitapları, ilanları, tabelaları, çöpe atılmış mektupları… Zamanla her kitap kendi başına bir dünyaya, her okuma o dünyada birbirinden büyülü yolculuklara, bir tutkuya dönüşür. Bu tutkusu, annesinden sık sık azar işitmesine neden olur. On altı […]

Alberto Manguel okumayı dört yaşında, yazmayı ise daha ileri bir dönemde, yedisinde öğrenir. Bir kez harfleri çözünce, her şeyi okumaya başlar: Kitapları, ilanları, tabelaları, çöpe atılmış mektupları… Zamanla her kitap kendi başına bir dünyaya, her okuma o dünyada birbirinden büyülü yolculuklara, bir tutkuya dönüşür. Bu tutkusu, annesinden sık sık azar işitmesine neden olur. On altı yaşına geldiğinde kitapların arasında yaşamak ister. Buenos Aires’in bir kitabevinde okul sonraları için iş bulur. Görevi kitapların tek tek tozunu almaktır. Ama insanı baştan çıkarmayı çok iyi bilen bu kitaplar, sadece temizlenmek değil, dokunulmak, açılmak, incelenmek isterler. Kimi zaman bu da yetmez onlara…

Bir gün, Jorge Luis Borges seksen sekiz yaşındaki annesinin eşliğinde kitabevine gelir. Nerdeyse hiç görmeyen Borges, parmaklarını, adlarını okuyabiliyormuşçasına kitapların üzerinde dolaştırır, birkaç kitap alır. Tam çıkarken, adeta özür dileyerek, annesinin artık çok yorulduğunu ona kitap okuyacak birine gereksinimi olduğunu söyler. Genç Alberto için şanslı bir gündür, hiç düşünmeden “Ben okurum” diye atılır ortaya. Ve o günden sonraki iki yıl boyunca Borges’e kitap okur.

Bir rastlantı sonucu başladığı okurluk kariyerini beş dilde okuyarak, yazarak, çevirerek, derleyerek sürdüren Manguel; okuma eylemini, sözcüklerin yazıya aktarılmaya başlamasından günümüze değin çok geniş bir biçimde ele aldığı “Okumanın Tarihi” adlı unutulmaz kitabında, şu çarpıcı gözlemini aktarır:

“Farkına vardım ki, okumak yazmadan önde geliyor. Toplumlar yazı olmadan da var olabilirler ve olanları da vardır ama, hiçbir toplum okumadan var olamaz.”

Manguel, kahramanları okur, yazar ve metin olan yapıtının bir devamı niteliğindeki “Gezgin, Kule ve Kitapkurdu” adlı kitabında da okuma eylemini derinlemesine araştırmayı sürdürür. Birbirinden ilginç ve aydınlatıcı sonuçlara ulaşır:

“Kitap pek çok şeydir. Anıların ambarı, zaman ve mekânın koyduğu kısıtlamaları aşma aracı, derin düşünme ve yaratıcılık alanı, kendimizin ve başkalarının deneyim havuzu, aydınlanma, mutluluk, bazen de avunç kaynağı, geçmiş, bugün ve gelecek olayların kaydı, bir ayna, can yoldaşı, öğretmen olan, ölüleri yad ettiren, oyalayan…”

Manguel, “Kelimler Şehri” adlı kitabında ise, insanın özlemini duyduğu daha iyi, daha mutlu dünyanın hiçbir zaman gerçekleşmediğine dikkat çeker. Dünya üzerinde bir arada yaşamamızın nasıl olanaklı olabileceği sorusunun yanıtını yazarların, şairlerin, sanatçılar ile hikâyelerin verebileceğini öne sürer. Ona göre, hikâyeler insanlığın ortak değeridir ve dil, din, ırk ayrımlarından etkilenmeden herkesi insani bir paydada birleştirirler. Kimi zaman bizi iyileştirebilir, aydınlatabilir ve yol gösterebilirler. Her şeyden önce, bize halimizi hatırlatabilir, bilincimizi besleyebilir ve bir başkasının sesiyle yüzleşmenin getirdiği temel bir farkındalığa yol açabilirler.

Manguel’in her fırsatta bize anımsattığı hikâyeler ve kitaplar, insanın özlemini duyduğu daha iyi, daha mutlu o dünyaları aramaya devam ediyor. İyi ki başucumuzda kitaplar, bizi özlemlerimize yakınlaştıran şiirler, hikâyeler var. Nâzım’ın şiirleri gibi:

Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak.
Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.

Orhan Tüleylioğlu

Exit mobile version