Bugün, her haftalık yazımda olduğu gibi, güncel siyasal/sosyal konulu bir yazı yazmayacağım; arzularını duyar gibi hissettiğim yakınlarımın, öğrencilerimin, facebook’ta takipçilerimin, Waatsaap gurubundaki cocukluk arkadaşlarımın, ANTAKYA GAZETESİ ve TAN VAKTİ okurlarımın istekleri doğrultusunda, izninizle biraz kendimden söz edeceğim.
1948 yılı sonbaharında, dünyaya gelmişim; rahmetli annem, zeytin toplama zamanı olduğu için “zeytin ağacı altında doğdun” derdi; evimize 100 km uzakta, Suriye sınırlarına yakın Günveren (Beysembe) köyünde, dedemden kalma zeytinlikleri toplarken doğmuşum; bunun için Garip ismimi koyduğunu söylerdi annem. Doğum günüm zamanında yazılmamış; çünkü evde kimse okuryazar değil! Ailem fakirdi; yaz aylarında topluca Amık ovasında pamuk toplamaya giderdi. Çevresinde Hazzuri olarak tanılan, okul yüzü görmemiş rahmetli babam, zengin, mülk sahibi bir ağanın hizmetinde “metayer” olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı.
4-5 yaşlarında bir çocukken evimizin yakınında bulunan tuğla fabrikasında çalışırdım. Sonra rahmetli Abdo abim beni oradan çıkardı, ilkokula girebilmem için yaşım büyütürdü (böylece resmen 31 Mayıs 1947 doğumlu oldum; doğum günümü kutlayanlar sağ olsunlar da, gün de sene de yanlıştı!) ve Armutlu Mahallesindeki Şükrü Kanatlı ilkokuluna kaydettirdi. Ailemde bir tek ben okula gitme şansına sahip olabildim. Zaten benim jenerasyonda bizim Çekmece köyünden liseye gidenlerin sayısı çok azdı, toplam 3-4 kişiydik. Köydümüzden 2-3 kilometre uzakta şehirmerkezindeki okula yaya olarak giderdim, ayakkabılarım delik deşikti, yenisini alacak gücümüz yoktu. Ortaokulda harçlığımı çıkarmak için bazen su ve simit satardım; kâğıt yumaklarından, bez parçalarından top yapardım.
Hatay’ın Antakya Çekmecesinde çocukluğumdan beri evlerde, o kışları çamur yazları toz toprak dar sokaklarda annelerin, çocukların hemen yanı başında irili-ufaklı sevinç ırmakları akardı hep… Bazen de coşkulu denizler dalgalanırdı, mavi yaz akşamları, o patikalarda.
Antakya Lisesi Fen Bölümünden 1966 yılında mezun olduktan sonra gençliğimin en dalgalı uzak denizlerine açıldım; Fransa’nın, ilk etapta Paris, sonra Bordeaux ve Dijon büyükşehirlerinde kalabalıkların arasına karıştım… Lisansımı Bordeaux, Yüksek Lisans ve Doktoramı Dijon üniversitesine bağlı “Ekonomiye Uygulamalı Matematik Enstitüsü’nde” yaptıktan sonra Bordeaux üniversitede araştırma görevlisi olarak akademik hayatıma başladım. Daha sonra da gereken sınav ve idari görev aşamalarından geçip, 35 yıla yakın öğretim görevlisi akademisyen kariyerimi Bordeaux ve Galatasaray üniversitelerinde yaparak emekliğe ayrıldım. Sonra bir kaç ülkede uluslararası üniversitelerde, öğretim yıllarının kıssa zaman dilimlerinde, matematik dersi veriyordum. İki yıl öncesindeki pandemi sürecinde aktif akademik hayatımın perdesini çekip şafağın türküsünü söylüyorum. Geçmiş zaman hatıraları içinde kimi zaman umut, kimi zaman hüzün devşiriyorum. Ama hayatın bütün acımasızlığına rağmen, çocukluğumun masumiyetine hasret kaldı hep bir yanım…
Bu yüzden de hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hala ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey…
Üniversite hayatımda, derslerden uzak, zaman zaman biraz kenara çekilip kitapların sükunetinde başka bir iklime kulak verirdim. Fransızların büyük şairi Rimbaud’un hayatıyla ilgili bir kitap almıştım o 80’li yıllarında. Yves Bonnefoy’un ‘Rimbaud’ kitabı, ünlü şairin hayatına ilişkin bilgileri içeriyor. Çocukluğu, gençliği, hayatındaki çılgınlıklar ve şiirin o muhteşem limanından yeni iklimlere açılan Rimbaud…
Bu kitabı okurken altını çizdiğim bölümleri – baba ocağında bulunduğum bu son günlerde – yeniden gözden geçirirken şöyle bir cümleyi tekrar tekrar okumak ihtiyacı hissettim:
“Bizim yüreğimizde sevgi gibi bir şey vardı…”
Bu cümleyi tekrar okuyunca 65 yıl önceki çocukluğuma dönüp içimden “Galiba bir zamanlar bizim de içimizde sevgi gibi bir şey vardı” deme gereği hissettim.
Evet, gerçekten de her zaman yüreğimizde sevgi gibi bir şeyler vardı, ama zor zamanlara uyandık. Hayat giderek daha karmaşıklaşıyor. Artık kimse sevgi üzerine bina edilen bir hayatı çok da umursamıyor. Günümüzde insanlarımızın başka sevdaları var… Çünkü yüreklerin birbirine değdiği, paraya, makam ve mevkie tekabül etmeyen sevgilerin geçen akçe olmadığı zamanlarda yaşıyoruz artık…
Bu benim çocukluğumun zamanı değil. Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu. Ben kapılarında ‘vale’ lerin, ‘bady’ lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir. Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksitini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana. Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar? Siyasi yalanlarla, reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk. İnsanlığımızı kaybebettik. İnsan olarak evrenin bir yansıması olduğumuzu unutarak, egolarımızın, hırslarımızın, çıkarlarımızın ve gücün peşinden gittik. Vicdanımızı hayatımızdan uzaklaştırdık. Hayatta olup bitenleri vicdani açıdan sorgulamayı bıraktık. Vicdanımızın terazisini kaybediyor çoğumuz. Çıkarlarımız aklımızın rehberliğini engelliyor. Aklımız yüreğimizle buluşmuyor. Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk? Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, Pazartesi 25 Kasım 2024