Hamlet dünyanın en bilinen metinlerinden biri ve 500 yıldır sahneleniyor. Tiyatronun Mona Lisası. Ama tıpkı Mona Lisa gibi, onun da neden bu kadar sevildiğini anlamakta bazen zorlanıyoruz. 120 sayfalık text boyunca kafası karışık bir adam, oradan oraya gezinip duruyor, bir söylediğini bir başka sahnede yalanlıyor. Ophelia’yı seviyor mu sevmiyor mu mesela, anlayamıyorsunuz. Kahramanımız babasının amcası tarafından öldürüldüğünü daha ilk sahnede öğreniyor, ve kılıcın ucu kendisine değene dek, yani oyunun sonuna dek harekete geçemiyor. Biz dramatik yapıda kahraman harekete geçemiyorsa buna hata deriz aslında, Tolstoy da Hamlet’in aşırı sıkıcı bir oyun olduğunu düşünür. Kafka okumak da zordur, Dostoyevski çoğu zaman bir sabır testidir. Peki bu metinleri büyük yapan ne?
Cevabı basit aslında; Zamana dayanıklı evrensel temaları onları büyük yapıyor. Bu metinlerin okuma zevkinin ötesinde bir evrensel meseleye çok doğru bir yerden değindiğini, hatta 12’den vurduğunu görüyoruz. Hamlet şüphesiz eylemsiz ve korkak, “erteleyen” insanın eğretilemesi. Tıpkı bu kafası karışık Prens gibi, kılıcın ucu göğsümüze değene dek harekete geçmeyiz. Raskolnikov ev sahibesinin kafasına baltayı vurarak insan yaşamının daha önde olduğu bir çağı başlattı. Kafka’nın davasında kendi yarattığımız devlet mekanizmasının çarklarının içinde kayboluşumuzu gördük. Ne zaman bir devlet dairesine gitseniz, odalardan odalara gönderilirken bu metni anımsamamanız mümkün değildir. Don Kişot insanın yeni çağla savaşı, Frankenstein modernizmle, kendi yarattığı canavarla hesaplaşmasıydı. 1984 ise bir adamın aşk hikayesinden çok, totalitarizmin önce aklı, sonra vicdanı ve nihayet gerçeği nasıl yok ettiğini anlatıyordu.
Hikayecilikte de neyi anlattığımızdan önce neden anlattığımızı düşünmeliyiz sanki. Bir hikayenin üzerine oturduğu temelin dramatik yapıdan önce tema olduğunu, söylediği söz olduğunu unutmamalıyız.
Şekspiryen bir cümleyle tamamlayalım:
Tema üzerinde inşa edilir ve parlar hikayeler.
İyi bilenmiş bir kılıç gibi zamanın içinden geçer, ulaşır geleceğe.