Cemil Meriç…

Konuk Yazar: Jozef Naseh/Arkeolog… Toplumdan kaçan, yalnız kalmayı seven, gerçekleri arayan, toplumsal bilince düşünceleri ile ulaşmaya çalışan, çağının aydını… Babası, şimdiki Yunanistan’nın sınırları içinde kalan Dimetkon kasabasında hakimlik yaparken, çıkan balkan savaşlarından dolayı Antakya’ya göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu olarak, şimdi Hatay ilimizin sınırları içinde kalan, eski adı ‘Reyhaniye’, şimdiki adı ile ‘Reyhanlı’da […]

Konuk Yazar: Jozef Naseh/Arkeolog…

Toplumdan kaçan, yalnız kalmayı seven, gerçekleri arayan, toplumsal bilince düşünceleri ile ulaşmaya çalışan, çağının aydını…

Babası, şimdiki Yunanistan’nın sınırları içinde kalan Dimetkon kasabasında hakimlik yaparken, çıkan balkan savaşlarından dolayı Antakya’ya göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu olarak, şimdi Hatay ilimizin sınırları içinde kalan, eski adı ‘Reyhaniye’, şimdiki adı ile ‘Reyhanlı’da dünyaya gelmiştir.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemesine karşın, 1916 yılı olarak kabul edilir. Cemil Meriç’in anlattığına göre, Antakya’da Ziraat Bankası Müdürü olarak görev yapan babasının Kuran-ı Kerim’in kapağına kaydettiği doğum tarihi 1322, kanunu evvel 12’dir. Yani bu günkü tarihe uyarlarsak… Tarihine uyarmak olanaklıdır…
Yedi yaşına kadar Antakya’da yaşar. Babasının memuriyetten ayrılması ile tekrar Reyhanlı’ya dönerler, orada yaşamaya başlarlar. Göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak, yeni yaşam yerlerinde, kimliksel kırılmalar yaşamış bir ailenin çocuğu olarak; toplumdan kaçan, yalnız kalmayı seven, içine kapanmış, çevresi ile uyumsuz bir kimliğe bürünür. Ama bulunduğu bu ortam, kendisinin, gerçekleri arayarak toplumsal bilince ulaşmasına engel değildir.
Cemil Meriç, Reyhanlı’da ilkokulu bitirdikten sonra yeniden Antakya ya gelir. Fransız eğitim sistemi ile öğrenim yapan Antakya Lisesi’nde eğitimine devam eder. Bu dönemde, gözlerin altı derece miyop olduğu anlaşılır.
İlk yazısı olan ‘Geç Kalmış Bir Muhasebe’ başlıklı makalesi, yerel ‘Yeni Gün’ gazetesinde yayınlanır. On ikinci sınıftayken, Türkiye yanlısı tutumu ve yerel ‘Yıldız’ gazetesinde yayımlanan ‘Türk Genci’ yazısında, bazı hocalarını yeterince Türkiye yanlısı olmadıkları gerekçesi ile eleştirmesi yüzünden Lise diplomasını almadan okuldan atılır.
Ali Saydam ile yaptığı bir söyleşide; Benim lisem Üniversitemdir! ‘Lycee d’ Antioche’da Türkçe, Arapça ve Tarih derslerinin dışında bütün derslerin Fransızca okutulduğunu söyler. ‘On, on bir ve on ikinci sınıflarda, tarih de Fransızca okutulmaya başlanır. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi Fransızlardı. Fransızca bildiğiniz zaman her kapı önünüze açılır’ der.
Antakya Lisesinden atıldıktan sonra, lise öğrenimi için İstanbul’da bulunan Pertevniyal Lisesi’ne kaydını yapar ve öğrenimine orada devam eder. Kadırga ve kum kapı öğrenci yurtlarında kalır. Öğretmenleri, dönemin ünlü Felsefecisi İhsan Kongar, Tarihçi Reşat Ekrem Koçu, Edebiyatçı Keyise İdalı, Fransızca hocası ise Nurullah Ataç’tır. O dönemlerde, Nazım Hikmet ve Kerem Sadi ile tanışır. Onlar için, ücret almadan Fransızca’dan Türkçeye kitaplar çevir.
İstanbul da geçim sıkıntısı çeker. 1937 yılında İskenderun’a döner. Haymaseki Köyü’nde dokuz ay öğretmenlik yaptıktan sonra, İskenderun’da tercüme bürosunda başkan yardımcılığına atanır. Daha sonra Aktepe Nahiye Müdürlüğü’ne ataması yapılır. Burada yalnızca 22 günlük bir hizmet sürecinden sonra, Hatay Valiliği’nden gelen bir telefon ile işine son verilir. Bu karardan sonra Reyhanlıya dönüp, Batı Ayrancı Köyü’nde öğretmenlik yapmaya başlar. Bunu, Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, belediyede katiplik gibi geçici işler izler. 1939 yılının Nisan ayında Hatay Hükümeti’ni devirmek suçlaması ile tutuklanıp Antakya ya götürülür. İdam isteği ile yargılanır. İki ay sonra beraat eder.
Putları kırılan göçmen çocuğu, kendine yeni bir put bulmuştur! Sosyalizm!
Yargılandığı mahkemede, marksist olduğunu haykırdığı zaman…! Tek bir işçinin dahi elini sıkmamıştı…! Yalnızca onurlu olduğunu anlatmak, ‘korktuğu için sustu’ dedirtmemek için haykırmıştı. Yaşamın zorluğu, düşüncelerini özgürce açıklayamamak, onun ruhsal dengesini alt üst etmişti. Marksizm, adete onun için kaçışa giden bir sığınaktı. Belki de yeni bir yaşam seçişinin gerekçesiydi. Hep ezilmişti. Onun için ezilenlerin yanındaydı. Belki de bunun için sosyalizmi benimsemişti. O günlere Hatay’da sınıf mücadelesi yoktu. Çünkü tarım toplumunun sınıf bilinci henüz gelişmemişti. Bu yüzden, marksizm ile ilgili okuduğu kitaplar, onu bilinmeze sürükleyen bir rüya gibiydi. Sosyalizme ne kadar inandığını bilmiyorum, ama insancıl bir kimliğe, insanı önceleyen bir yapıya sahipti. Bu görüşü yüzünden, kalabalıklar içinde yalnızlığa sürüklemişti. Ne dostu vardı ne de arkadaşı…
Gözlerindeki yorgunluğa rağmen, okumak, okumak, hep okumak istiyordu.1940 yılında, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu’na burslu öğrenci olarak kabul edilir. İki yıl bu bölümde okuduktan sonra; İnsan, Yücel, Gün ve Aydın Bibliyografyası dergilerinde makaleleri yayınlanmaya başlar. Bu dönemde, Elit ve Nisvaz gibi zamanın sanatçı ve aydınlarının uğradıkları, söyleşide bulundukları kahvehanelere devam eder. Buradan aldığı ışık ile İstanbul da İnsan Dergisi’nde ‘Honore de Balzac’ konulu ilk makalesi yayımlanır.
Bu makaleyi yazmaktaki amacı, Balzac’ın yaşamını araştırmak, düşüncelerini öğrenmek ve bunu okurları ile paylaşmaktı. Muhafazakar bir çevre içinde yetişmesine karşın, sosyalist bir yaşamın, ezilmişlerin yeni bir yaşam seçkisine dönüşebileceğini ve toplumsal bilinç’e dönüşebileceğini anımsatmaktı.
Bu yıllarda ikinci dünya savaşı başlamıştır. Bu yüzden devlet tarafından Avrupa’ya Yabancı Diller Bölümü öğrencilerinin gönderilmesi yasaklanır. Karşısına zorunlu hizmet çıkar. Çektiği kura, Elazığ’da görev yapmasını zorunlu kılar. Elazığ’a gitmeden önce, Tarih ve Coğrafya Öğretmeni olan Fevziye Menteşoğlu ile 19 Mart tarihinde evlenir. Aynı yılın Haziran ayında babası vefat eder. 29 Ekim 1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atanır. İki yıl dört ay stajyerlik döneminden sonra, eşinin tayini Elazığ’a çıkmadığı için görevinden istifa eder. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a taşınır.
Elazığ Askeri Hastanesi’nden ‘ileri derece miyoptur’ raporu aldığı için, askerlik görevinden muaf tutulur.
1947 yılına kadar işsizdi, parasızdı, dostsuzdu! Daha çok çalışmak ve üretmek zorundaydı! O zamanlarda beklenmedik bir kapı açılır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Fransızca dersi vermeye başlar. 1953-1954 yıllarında, hem üniversitede hem de lisede öğretmenlik yapar. 1954 yılında gözlerini kaybeder. Aynı yıl Cerrah Paşa Tıp Fakültesi’nde ameliyat olur. Yapılan ameliyatlardan sonuç alamayınca, yeni bir umut için Paris’e gitmeye karar verir. Paris’te yapılan ameliyatlardan sonuç alamaz. Tekrar Türkiye’ye döner. Bir daha ameliyat olamayacak, yaşamın sonuna kadar, aydınlık bir usla karanlık bir dünya da yaşama alışmaya çalışacaktır. Aynı yıl içinde, Hatay’da yaşayan annesi Zeynep Hanım vefat eder. Yaşamın zorlukları bundan sonra da peşini bırakmaz.
Okuduğu ve yazdığı kitaplar, onun için, sığınacak bir liman gibiydi. Kitaplarla yaşadı.Kitaptaki insanları, sokaktaki insanlardan daha çok sevdi.
Cemil Meriç’i anlayabilmek ve anlatmak için, okuduğu ve yayınladığı kitap ve makalelerin izlerini sürmek gerekir. Bu da, geçekten uzun bir zaman alır. Ama gene de birkaç tanesine göz atmakta yarar görüyorum.
Edebiyatta ilk aşkı Balzac’tır. Düşünce dünyasına onula girer. Fransız yazarlardan Viktor Hugo, Fransız filozoflarından Voltaire, yol göstericisi olmuştur. Düşünce gelişimini etkileyen yazarlar, Poul Bourget ve Tanin’dir. Doktor Buchner’in ‘Madde ve Kuvvet’i, materyalist felsefenin en güzel örneği olarak görür. Düşünce dünyasını etkileyen diğer yazarlar; Rousseau, İbn Haldun, Nietzsche ve Hegel’dir.
Entelektüel gelişmemde yol gösterici olmuş iki hocası ‘Quinet ve Michelet’ ten minnetle söz eder. 19 yy.’lı anlayabilmek için, Hint edebiyatından ‘Vedalar’ kitabını inceler.
Dedim ya… Cemil Meriç’i anlamak ve anlatmak için, onun bütün eserlerini okumak, yaşam öyküsünü incelemek gerekir. Bu da uzun bir zaman alır. Ben, Cemil Meriç’i ölüm yıldönümünde anarken, okyanus içinde bir damla kadar düşüncelerini ve yaşamını inceleyebildim. Bu incelemem sırasında, onu tanımlayan; ‘Düşünce; kuşkuyla başlar, çelişkilerle bir bütündür. Karşıt düşüncelere kulaklarımızı tıkamak, yaşamı tutsak almak değil midir’ söylemi…
Karanlıklar içinde geçen bir yaşamın aydınlık dünyasını bizlere ışıldamıyor mu?
Kimimiz ona yoldaş, kimimiz dindaş, kimimiz ırkdaş dedik! Oysa o bizim için, daha çok araştırılması ve incelenmesi gereken çağımızın fikirdaşıydı. Saygı ile anıyorum.
Işıklar içinde olsun.

Exit mobile version