Sevinçlerimizle, acılarımızla ve anılarımızla yaşam dilimimizden bir yılı geride bırakıyor, aydınlık ve mutlu yarınlara ulaşma umutlarımızı canlı tutarak, yeni bir yıla giriyoruz. Bu geçen yılının sıkıntıların daha da sıkıntılı hale geldiği, çok sayıda yıkımın daha açığa vurulduğu, buruk ve çok zor bir yıl olduğunu söyleyebilirim. Yıl olur, asıra bedel. Bizler de asırlarca yaşanacak olaylar silsilesini bir yıl içinde yaşamak zorunda kaldık. Son 15 asırın en büyük depremiyle bir travma geçirdik… 50 binden fazla insanımzı kaybettik… Yıkıldık hemde çok kötü… Yaşam alanımız, şehirlerimiz yerle bir oldu… Kentimizde enkazı kaldırılmış – çocukluğumda, gençliğimde arşınlandığım, koşuşturup top oynadığım – o boş alanlar kaldı… Her biri bir tarafa dağılmış, yaşam mücadelesi veren aile biriyleri… Yıllarca emek verip yaratılan tüm güzellikler yok oldu… Ölen canlarımız, yitirip giden hayallerimiz…
Hepimiz yaralandık… Hepimiz çok zorlandık… Kimimiz ölüm çeberinden geçti… Kimimiz hastalandık… Kimimiz ruhen hastalandık… Kimimiz iyileştik… Kimimiz iyileşemedik. Öyle acılar yaşandı ki… Anne babamız, yakınlarımız, sevdiklerimiz enkaz altında, birkaç saat arayla, “bizi duyan yok mu ?!” çığlıklarıyla dünyaya veda etti. Kırk yıllık eşlerini kaybedenler, çoluğunun çocuğunun boynuna sarılıp ağlayamadı, sevdiklerini son yolculuklarına uğurlayamadı, teselli edenleri olamadı. Yüzlerce çocuk öksüz ve/veya yetim kaldı. Kimisi kaybetti sevdiklerini, kimisi kaybetti komşusu, kimisi kaybetti dostunu, kimisi tüm ailesini kaybetti; kendinin kurtulmuş olmasına dahi sevinemedi.
Evin yıkılmış. Nasıl olmuşsa sen sağ kalmışsın. Ne yapayım öyle sağ kalmayı? Karım, çocuklarım enkazın altında hayatlarını kaybetmiş, evin yok, ocağın yok, yoldaşın yok. Ertesi gün gitmiş, oğlunun, kızının cenazesini almayı veya kendi imkanlarınla enkazdan çıkarmayı başarmışsın. Arabanın bagajına koymuşsun. Ya da motosikletinin önüne, kefeniyle birlikte. Nasıl bir yük bu? “Șükür kavuştuk” demişsin. Nasıl bir kavuşmak? Cenazeye ulaşıp toprağa verebilmek bir “kavuşma” idi. Meğer Cahit Sıtkı’nın deyişiyle, “taht misali o musalla taşında”, bir namazlık saltanat“ ne büyük lüksmüş! Var mıydı aklında böyle bir şey, birkaç ay önce arabayı satın alırken? Eve mi gidiyoruz? Ev yok ki? Ya da kabristan. Nasıl bir sağ kalmak bu?
Evet, 2023’de insan olmak çok zor geldi. Ünlü Amarikalı yazar Tom Robbins’in “Parfümün Dansı” adlı kitabında yazdığı gibi; “Doğmak ve ölmek kolaydı, zor olan hayatın kendisiydi.” Yaşadığımız hayatta günden güne gözümüzün ışığı söndü, yüzümüzdeki gülümsemeler silindi. Gülmek en devrimci eylemdi, ama bizim eyleyecek takatimiz kalmadı.
*
Tanpınar’ın dediği gibi “Hemen herkeste, nizamı bozulmuş bir hayatın verdiği şaşkınlık vardı.”
Hayatın nizamı bozuldu dediği günden bu yana dünyamızın altı üstüne geldi, bizim başımıza her şey geldi.
Başımıza gelen her şey hayatın olağan akışına tersken, bunca terslik içinde hayatta kalmak için çıkmak zorunda bırakıldığımız o “İnsan olma” haline tutunuşumuz: Hâlâ şaşırabilmek.
Bundan sonrasında Alman yazar Erich Maria Remarque’ın sıralamasını hatırlıyorum, umursamazlığa geçiyordu. Sıradan birer insanken, o şaşkınlığı kendi içimizde sindirip atlattığımızda nasıl da sistemi yürüten birer nefere dönüşeceğimizin görüyorum Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues) raman’nın satırlarında:
“On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatındakinden daha kesin bir biçime sokulduk. Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekanın değil, ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık.
Biz güle oynaya, canla başla asker olmuştuk; ama onlar hevesimizi kırmak için ellerinden geleni yaptılar.”
Düzenliyorum:
“20 sene bir iktidar gördük. Bu süre içinde 80 yıllık cumhuriyetin tedrisatından daha kesin bir biçime sokulduk. Onların koltuğunun ve matematiğin zorlandığı varlıklarının, rant düzenlerinin 80 milyonun hayatından önemli olduğunu öğrendik. Akılla değil duyguyla, bilimle değil cehaletle, bilinçle değil hurafe ve önyargıyla, yasayla değil kısa vadeli çıkarla, planlamayla değil hırsla, günü kurtaran tercihlirle davranmanın sonuçlarını yaşadık. Kainatta yapayalnız ve çaresiz bırakılan bizlere, “Allah’tan geldi, inanıyoruz, Müslüman’ız” diyerek yazgıcı (fatalist), cebriyyeci bir yaklaşımla kandırıldık. Önce şaşkınlık, nihayet umursamazlık içinde burada zekanın, düşüncenin değil sistemin, hukukun değil tek adamın sözü geçtiğini anladık”
Biz güle oynaya, canla başla seviyorduk hayatı ve memleketi ama onlar hevesimizi kırmak için ellerinden geleni yaptılar”
Neler gelebilir başımıza bizim daha?
Rezerv yasası ile tarihin görmediği bir tersine kamulaştırma yaşanıyor, halkın malına el koyup sermayeye peşkeş çekecekler. Yalnız Hatay’ın değil, nizamlarına uymayan her il, ilçe mahallenin demografik yapısını değiştirecekler. Kolluk kuvvetleriyle 90 gün içinde söküldüğümüz evlerin yerine dikilenleri parayı bastıran alacak. Muhtemelen vatandaşlık promosyonlu olacaktır. Yurttaşlığın bedeli belli, canımızın değeri hiç yok. Yaşamak bu kadar pahalıyken bize ölüm sayılarla karşılanan bir hesap detayı…. Daha düşündürücü olanı ise bunların sanki hep böyleymiş ve hep böyle olacakmış düşüncesiyle damla damla insanlarımızın kanına yayılması.
*
İnsana layık görülen bu yaşama düzeni sadece bir his ve ihtiyaç kontrolü hâlinde değil de yüksek idealler görüntüsü altında, gönüllü kontrol manevraları olarak beliriyor. Neredeyse dünya düşüncesine dayanmayan popülist siyaset geleneği yerel ve küresel partnerleriyle kol kola girerek kitleleri, ırk, din, milli, bölgesel duygular, arkaik idealler etrafında örgütleyerek etkisizleştiriyor. Kamusal kaynaklar hukuk zırhlarıyla kontrol ediliyor. İnsanın bir yerde olup biten kötülükler karşısında, bunlar böyle olmaz, bakınız şurada, şu insanların yaptıkları gibi, bu işler böyle olmalıdır, diyerek edindikleri örnekleme ve karşılaştırma hakları ellerinden alınıyor. Çünkü dünyanın neredeyse her yerinde niceliksel olan niteliği bastırıyor, kolay, kolaycı, modüler ve hazmı zahmetsiz tabletler hâlinde kitlenin önüne sürülüyor.
Yeni dünyada, yeni neslin mottosu; “daha fazla para, daha fazla tüketim, daha fazla rant, daha fazla lüks” hep daha fazlasını istiyor ve bunları da çabasız, üretmeden, kolayca talep edip istiyor…
İnsan hayatın seviyesi değil artık ve ben bu çağımdan memnun değilim. Eski dünyayı özlüyorum…. Eski insanlığı özlüyorum… Eski insanları özlüyorum… Tavrı tarzı, değerleri, çizgisi, principleri, sınırları olan, mütevazi, azimli, sahici-samimi insanları özlüyorum. Davranışları taklit, düşünceleri satlık, değerleri emanet olmayan insanları…
Kendimin hizasında bana doğru ışıyarak akan bir zaman göremiyorum. Kendimi seviyorum, elbette yaşadıklarımın, yazdıklarımın sahibiyim, pişmanlıklar veya yazıklanışlar içinde dönüp durmuyorum fakat ülkemdeki vatandaşımın kendisine layık gördüğü bu yaşama biçimini de asla kabul etmiyorum. Şahsımı her türlü aidiyetin dışında duyuyorum. Aidiyet alanları hem temiz hem mülkiyetsiz değil nicedir. Eğer bu önümdeki yüksek olduğu kadar ışıklarla süslendiği için albenili görünen duvar hayatsa, ona tırmanmak ve burcuna zafer bayrağı asmak gibi bir derdim yok. Her şeyini kaybetmiş depremzade vatandaşlarımın yaşamakta olduğu o çadırda, dipte, altta, yoksulluğun yanında kalmak daha asilce. Bu duvar insanın doğal gerçekliğinin önüne bilerek ve hesaplanarak çekilmiş bir perde benim gözümde. Onun ustalarını, tasarımcılarını, mühendislerini ve reklamcılarını tanıyorum. İnsan, alıp satmanın, çevirip parsellemenin, üretip tüketmek denilen bir çembere girip çıkmanın çoktan gönüllü kölesi yapılmış bir varlık. Hele bilgi ve düşünce iyiden iyiye dinci muhafazakar patronların kontrolüne geçmiş olması ve tek bir seslenişle insanı sarsacak söz de bastırılmış hâldeyken ben nasıl herkes gibi o ışıklı duvarın karşısına geçip hayaller kurabilirim?
*
Geriye dönüp baktığımda hep umuda doğru yaşadığımı görüyorum fakat bu yeni yıl için umutsuzluğumun büyüklüğü umudun kendisinden gelmiyor. Toplumsal bir şey bu. Adaletin yok olduğu, yoksuzluğun sefaletin hakim olduğu, hakkı verilmemiş ve akıllıca kullanılmamış kaynaklar karşısında duyduğum üzüntüden. Uzaktaki ülkemde kaçırılan büyük fırsatlardan. İnsan putlaştırıcı kitlesel kötülükler önündeki yalnızlıktan. Hatta tarihin eğimiyle doğrudan ilgili. Bir ideal bir gelecek kuşağı gibi umut sürekli dillendirilebilir fakat bu hayat hırsızlığına gün çalımına zihin uyuşukluğuna daha da ötesi varlık büzülmesine uğratıldığında içim yanıyor.
İnsan bazen bir gün kararmasına uğrayıveriyor. O an sanki hiç ışık olmamış hep ışıktan gelmiş de hep ışığa gidecek olduğunu unutuveriyor. Oysa minicik bir esinti bile telkinleriyle umut fısıldıyabilir.
Dolayısıyla biz, yaşanan tüm olumsuzluklara karşın, yeni dünya yeni yıla girerken eski bir dünyalı temenlisi olarak; karanlık Zeus’ların azaldığı, dağ büyüklüğünde şişkin egoların söndüğü, aşırı kontrol çılgınlığının ve korku kültürünün rafa kaldırıldığı, sayısal mükemmelliyetçiliği reddeden, kalp gözü açık, şefkat dilini bilen, her şeyi sevgi ile bütünleyen, barışçı, iyileştirici, duygusal ve ruhsal zekası yüksek yöneticilerin koltuklara geldiği yeni bir yıl ve yeni bir dünya diliyoruz.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.