Çevreci Prof. Dr. Berkant Ödemiş, Arsuz-Akçalı’daki zeytin ağacı kesimi ve sonrasını yorumladı:
Kendisi Kahramanmaraşlı, yıllardır Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde (MKÜ) görev yapan Prof. Dr. Berkant Ödemiş’ten söz ediyoruz. Prof. Dr. Ödemiş, geçtiğimiz hafta Arsuz-Akçalı sahilinde yaşanan zeytin ağaçları kesimi ve yerine turistik tesisler yapılmasıyla ilgili girişimler üzerine görüşlerini açıklarken, olayların hayret verici şekilde geliştiğinin altını çizdi ve “Çözüm, Arsuz halkında” mesajı verdi.
MKÜ’lü Profesör Dr. Berkant Ödemiş’in, Arsuz-Akçalı sahilindeki zeytin ağaçları kesimiyle ilgili görüşleri şöyle:
“Görünen o ki, ülkenin son bakir alanlarına saldırı bitmeyecek. Hatırlarsanız, ilçenin kıyı kesimlerine bir dönem termik santral girişimi vardı. Halk, isyan edercesine karşı çıktı ve vazgeçildi. Sonra, beklemedik şekilde ortaya çıkan orman yangınları sonucunda, birkaç günde 2500 ha alandan fazlası kül oldu. Tam söndü derken, İskenderun-Arsuz sınırında başlayan bir diğer yangın! Kim çıkardı, nasıl çıktı tartışmaları arasında o kadar çok şey söylendi ki, konu, TBMM’ye kadar taşındı. Araştırılması için verilen önerge reddedildi. Her iki yangın da doğal yollarla mı çıktı, yoksa kalbi kararmış bir insan müsveddesi mi çıkardı, bilemedik. Yetmedi! Arsuz’un dağlarında maden arama girişimleri için ihaleler açıldı. Dokuz noktada açılan ihalede, süreç şimdilik durdu. Sanırım, ilgili alanlar için arama ruhsatları alınıp, rezerv niteliğindeki madenin uluslararası piyasada fiyatının yükselmesi bekleniyor veya/belki de idari anlamda beklemeye alındı. Şimdi de, SİT alanı niteliğindeki bir kamu arazisinde ağaçlar kesiliyor.
Ağaç dediğim, korunması kanunla belirlenmiş barışın simgesi, ‘Zeytin Ağaçları’. Ekolojik ve sağlık açısından önemine girmeyeceğim, ama birçok bölge insanı için önemli bir geçim kaynağı. Zeytin ağaçlarının sahipleri, bölge insanı. Toprak ise kamu arazisi. Halk, yıllardır, zeytin tarımı dışında arazinin niteliğini değiştirecek bir uygulamada bulunmamış. Zeytin ağaçlarının neden kesildiğine önce kimse anlam veremedi. Ta ki… Mevcut bir politikanın uzantısının, yine ve öncekilere benzer biçimde bu bölgeye yeniden sirayet ettiği anlaşılana kadar. Yaklaşık 20 yıldır bu bölgede yaşayan biri olarak, bölgeye ilişkin bildiklerim ve sonradan öğrendiklerim, Arsuz kıyı bölgesinde kimi alanların 90’lı yıllarda 1. derece SİT alanı iken, zamanla 3. derece SİT alanına dönüştürülerek yapılaşmaya izin verildiği yönünde. Durup dururken, toprağın altında onca kültür varlığı varken (tarihi eserler, heykeller…), toprağın üstünü 3. dereceye düşürüp yapılaşmaya imkan vermek, tarihi dibe gömmekten farksız.
Kültür varlıkları olduğunu nereden bildiğime gelince… Yıllar önce, Yumurtalık Termik Santrallerinin yapım aşamasında dostlarımla birlikte mücadele ederken, bölgeyi gezme fırsatı buldum. Bir çok evin avlu kapılarında, tarihi ögeler taşıyan sütunlar görmüştüm ve hane sahipleri, bu taşların, tarlalarından ya da evlerinin bahçelerinden çıktığını söylemişlerdi. Aynı tarihsel dokuya ve kültürel geçmişe sahip Arsuz kıyı bölgesinde benzer özellikte kalıntıların daha önce çıkarıldığını da çok kez duydum.
Şimdi, şeytanın avukatlığını yapıp, şöyle düşünelim… Geçmişte 1 derece sit alanı iken 3. dereceye düşürülerek yapılaşmaya izin verilen bu alanlarda tarihi eserler çıkarılmışken, şu anki (yaklaşık 800 dönümlük) alanda tarihi eserlerin olmaması mümkün mü? Her şeyi özel sektör aracılığıyla yapmaya çalışan devlet, bu arazi üzerinde yapılması planlanan yapıları kendisi mi yapıp işletir yoksa özel sektöre mi yaptırır? Özel sektöre devrederse, bu ‘özel’ler kimler olabilir? Ve hatta diyelim ki, inşaatlar başlarken yapılan kazı işlemleri sırasında önemli tarihi eserler çıkarsa, yapılaşma sürecini baltalayacağı endişesiyle eserler göz ardı edilebilir mi? Kültürel varlıkların olduğu baştan belli olan bu bölgeye iş makinaları ile girmek, zaten nelerin gözden çıkarıldığının bir göstergesi. Hadi diyelim ki vazgeçtik, zeytin ağaçlarından (diyelim ki… Ama asla demeyelim!)! Orta düzeyde gelişmiş bir Avrupa ülkesinde bile 3. derece sit alanına iş makinaları ile girildiğini düşünsenize…
Hikayede asıl ilginç olan, kamu arazisi niteliğindeki bu (kupon) alanın Turizm Bakanlığı’na devri sonrasında, sanki ertesi gün inşaat başlayacakmış gibi faaliyete geçilmesi. Arazi üzerinden gelir elde eden çiftçilere, geçen yıldan beri mülkü boşaltma yazıları gönderilmiş ve anlaşıldığı kadarıyla bir kısım çiftçi de bu belgeleri imzalamış. Yani yıllardır sahip oldukları zeytin ağaçlarından vazgeçmeye hazırlar. Ancak bir haktan vazgeçmek, bir yıkıma onay vermek anlamına gelmez. İşgal ettiğiniz bahçeden çıkabilirsiniz, ama bahçenin yeni sahibi pencerenizin önüne duvar çekerse, buna karşı gelmek en doğal hakkınız.
Birkaç gündür gazetelerden okuyor, yerel TV’lerden izliyoruz. İktidar milletvekilleri de zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı olduklarını, kimi samimi sohbetlerde söylemişler. Ama nasıl oluyor da, neredeyse her gün doğal tahribata yönelik girişimlerin olduğu bu bölgeye bu tür bir planlamanın olduğundan haberleri olmuyor? Anlamak neredeyse imkansız.
Denilen o ki, Çevre Bakanlığı da bu girişimden rahatsızmış. Turizm Bakanlığı’nın, İl’in Turizm Müdürlüğü vasıtasıyla yaptığı bir işlemden Çevre İl Müdürlüğü’nün haberinin olmaması mümkün mü? İki ayrı ülkenin Bakanlıkları değil ki bunlar! Aynı ülkenin Bakanlıkları. O nedenle, bu da çok inandırıcı değil.
Bir diğer komedi de, İlçenin Belediyesi ile ilgili… Bir ilçe belediyesi nasıl olur da, kendi sınırları içerisindeki bir SİT alanına, ‘zeytin ağaçlarını yok etsin’ diye iş makinası gönderir? Nasıl olur da, daha 3 ay önce maden arama girişimlerinde halkın tepkisine destek olan bir belediye, bu kez şüphelenmeden, ‘ne oluyor, niye isteniyor, neresi için’ gibi soruları sormadan, iki iş makinası ile destek verir?
Turizm Bakanlığı, ‘ağaç kesim işleminden vazgeçtim’ dediği anda, akıllarda sadece şu kalır: Onlarca zeytin ağacı, belediyenin araçları ile yok edildi! Belli ki, birçok alanda olduğu gibi, kurumsallaşma düzeyimiz hala ergenlik seviyesinde. Olayları ve bölgeyi bütüncül bir yaklaşımla irdeleme vizyonumuz olmayınca, günlük işlerde böyle yanlışlar yapıyoruz.
Önce termik santral girişimi, sonra orman yangınları ve maden arama ve en son zeytin ağaçlarının kesimi… Belli ki durmayacaklar. Ok ve yay hikayesi gibi… Yayı gerdiklerinde, tepkiye bakıp, tepki yüksekse OK’u kınına yerleştirecekler. Ve yine belli ki, bu ok, hiçbir zaman kırılıp bir kenara atılmayacak. Hep bir beklemeye alınarak, nabız düştüğünde yeniden piyasaya çıkacak. İnsanın nabzı düşerse, ölür. Peki ya toplumların?
Ben inanıyorum ki, bu durum, şehrin yerel ve mülki idari sorumlularının da vicdanını yaralıyor. Ancak merkezden karar alıp, yerelin dinamiklerini göz ardı eden yönetim anlayışına onlar da bir şey yapamıyor. Bence onlar da yerelin dinamiklerine güveniyor. Hal böyleyse, görünen şu: Çözüm yine Arsuz halkında!” -Cemil Yıldız-