İngiltere’nin ulusal şairi William Shakespeare’in on dördüncü yüzyılda Danimarka’da geçen “Hamlet’in Trajik Hikâyesi” adlı oyununun vurguladğı çürümüşlük ve kokuşmuşluğun olduğu o ülkenin genç Prensi Hamlet şu soruyu sorar :
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Düşcemizin katlanamaması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına. Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter! Demesi mi? (…) Kim dayanır zamanın kırbacına? Zorbanının kahrına gurununun çiğnenmesine, Kanunların bu kadar yavaş, Yeryüzünün bu kadar çabuk yürümesine, Kütülüklere kul olmasına iyi insanın?”
Ülkedeki çürümüşlüğün tek nedeni Kral Hamlet’in hayali oğlu tarafından zehirlenerek öldürülmüş olması; en başında ülkede hak ve hukukun yok edilmesi geliyordu. Katiller, hırsızlar, kötüler baş olmuş; iyiler, masumlar, yiğitler öldürülmüş, sürgüne yollanmış Danimarka ya da Manimarka denilen ülkede…
Böyle bir durumun Danimarka’yı mahvetmesini isteyen Kral Hamlet’in hayaleti oğluna da dur demesini istiyordu.
Dönem, kendi kurumları ve yeni bir düşünce yapısıyla gelen Aydınlanma çağının baş gösterdiği bir dönemdir. Aydınlanma, yeni kurumları ve felsefesiyle geliyordur. Eski rejim ile rejimin şatoları ve sarayları, içindekilerle birlikte çürüyordur. Bu çürümeyi kimse gizleyemiyordur. Tıpkı günümüz Türkiye’si gibi…
***
Türkiye’nin kendi Aydınlanma pratiğini aşma iddiasıyla gelen post modern rüzgâr, Aydınlanma değerlerini aşındırdı ama yerine yenisini getirmediği için bizi “gerici” bir modern öncesi düzene taşıdı.
İşte, bir tür sultanlığa (neo sultanlık) dönüşen düzen çürümüşlüğünü her alanda gösteriyor. Geldiğimiz aşamada bütün toplumsal dengelerimiz, soyut ölçütlerimiz, felsefi dayanaklarımız birer birer yok oluyor. Vicdan ve merhamet kriterlerimiz darmadağın. Varlık nedeni konusunda toplumsal mutabakatımız kaybolmuş, bölünmeleri gittikçe derinleşmiş. Toplumun varlığının temeli olarak saygı duyduğu din, ahlak, haram helal kavramları, yasalar, kurallar, gelenekler, haklar ve ödevler saldırıya uğramış, allak bullak edilmiş. Kime hangi durumda merhamet gösterilir, vicdan hangi anlarda devreye girer, bu sorulara verilebilecek ortak bir cevabımız yok artık.
Her ülkenin tarih kitabı, benzer durumların yol açtığı sonuçları anlatan sayfalarla doludur ama Cumhuriyet tarihimizde böylesi bir eğik düzenin yıkıcı etkilerine bu kadar geniş bir alanda maruz bırakıldığı bir başka dönem olmamıştır. Ne yazık ki, bugün ülkemizde, din, ahlak, yasama, ekonomi, siyaset, yönetim, rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, haksız kazanç, kurnazlık, bunların hepsi herkes için ortak ve kolayca ulaşılabilir hale gelmiştir. Bu çürümeye yüz tutmuş düzenin kaynağı, insan aklının birçok şeyi mükemmelleştirme yönündeki çarpık ve ahlak ölçülerinden yoksun bir “modernleşme”nin tabii sonucu!
Çoğunun köyden kente göçle gelen, ne köylü ne kentli olabilen bu insanlarımız için bilgi sanki vahiy yoluyla elde edilir, ilimin ve deneyimin hiçbir değeri yoktur. Müslümanlık, gelenek, ahlak, haram, helal, şefkat, merhamet, iman kavramları yeri sözde bir görüşle ikame edilir ve bu görüş uğruna araştırma ve çalışmadan vazgeçilir. “Allah her şeyin yaratıcısıdır” hükmünden hareketle, kul hiçbir şey yaratmayıp tabii ve beşerî manada fiiller, varlık mertebeleri, mertebeler arası ilişkiler, tabiatın düzeni, insanın ilişkileri Allah’ın yarattığı fiiller dâhilinde algılanır. Bu değer ve kavramları kendilerine göre yorumlanır, bireysel çıkarlarını ön planda tutulur ve kendilerini öldürmemesi ya da soymaması şartıyla, başka insanların da yapmasına göz yumulur ve, ne olursa olsun, lideri sonuna kadar destekleme kararında bulunur.
Bireyler böylesi çağdışı ülkelerde yolsuzluğu, hırsızlığı, rüşveti ortak bir kavramla koşullandırırlar. “Adamlar çalıp çırpıyorlar ama iş yapıyorlar!” söylemi bu koşullandırmanın en somut örneğidir. Beyni dumura uğramış bir birey için “yapılan her iş” bir umut kapısıdır. Bu kapıya erişebilmek için o bireyin vermekte beis görmeyeceği hiçbir ödün yoktur.
***
Öte yandan, her varlık gibi iktidarlar da insan doğasıyla uyumlu olarak çocukluk, gençlik, güç ve aklın egemen olduğu dönemlerden sonra çürümeye başlarlar. Sahip oldukları güçten geriye sadece iki unsur kalır ve bu güçler kendini göstermekten asla vazgeçmez. Bunlar, maneviyat – dini ve toplumsal ahlak kuralları – ve yerel ihtiyaçlardır. İnsanlar bu iki esastan sapmaya başladıkları andan itibaren toplum hastalanmaya başlar ve kaçınılmaz olarak sarsılır, çalkalanır. Türkiye yıllardır bu vahim süreci yaşamakta.
Belki bu beklenmedik süreci bu zamana kadar ipleri iyiden iyiye eline geçirmiş olan (ve dolayısıyla “zafer”in şansını kuşanan) Tayyip Erdoğan’ın yasa masa gözetmeden bugünlere gelmesine yol açmıştır.
Tek başına iktidar olmayı başaran İslamcı cephenin bu iktidarını “daim kılmak” üzere tedbirler alması elbette olağandır. Bu tedbirlerin başında kendi burjuvazisini yaratmak gelir (Bu memleketin tarihinde siyasi partilerin tümü aynı içgüdüyü ve davranışı göstermiştir). Bütün o “beşli çete” stratejileri, hikâyeleri uzayıp giden ihaleler bu girişimin gitgide pervasızlaşan tezahürleridir.
“Yolsuzluk” dediğimiz şey öncelikle “ekonomi” dediğimiz alanı ilgilendirir: boğaz ağrısının boğazı, diş ağrısının dişi ilgilendirdiği gibi. Ama “münferit” değil de “sistematik” olacaksa, bunu mümkün kılacak bir yapılanma gerekir. Erdoğan bunu sağlamanın yolunu kendi iradesine bağlı davranan bir “yargı” yaratmaktan geçtiğini biliyordu. Yargı erkini kendi zihnindeki “ideale” göre yeniden biçimlendirmeye girişti. Bu idealin kökleri “Hilafet” kavramında mı yatar, nereden çıkar, bilmiyorum ama sonuç olarak “emreden” bir “tek adam” ve emri yerine getiren bir yargı mekanizması modeline göre işler. Bu bürokratik işler iktidar mensuplarının ve emniyet güçlerinin bir bölümü, mafyavari suç örgütleriyle iç içe geçmesiyle yapıldı ve böylece Türkiye bir “Neo-Patrimonyal Sultanizm” rejiminin “Şahsım Devleti”nde “Erdoğan hukuku” ile yaşayan bir topluma dönüştü. Bunu “hukuksuz yaşamak” diye de niteleyebiliriz. Hukuku bir hukuki sıfat taşıyan kimseler eliyle yok ettik.
***
Șu eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Sinan Ateş cinayetinin bir yerinde de o mesele gelip gündeme oturuyor: Bakın içinizdeki düşüncelere, olaya iki özel harekât polisi de katılmış, savcının önüne zanlılar ile ilgili olarak boş dosya gönderen Emniyet müdürleri de karışmış olması bu işin örtbas edilebileceği gibi bir kaygı depreşmiyor mu? 30 Aralık 2022 tarihinde Ankara Çukurambarda gerçekleşen bu olayından sonra TBMM’deki haftalık grup toplantısında merhum’ın adını anmayan Bahçeli, söz konusu cinayeti MHP ile ilişkilendirenlere; “Menfur bir cinayetin içine dava arkadaşlarımızı çekmek isteyenlere eyvallah etmeyeceğiz, tamam demeyeceğiz” diye konuştu. Peki, o milletvekili, evine sığınan tetikçiyi polise vermemek için “Siz gidin sahibiniz gelsin” derken nereden cesaret alıyor? Katledilmesinden önce çevresinde “Benim kalemimi kırmışlar. Haberi geldi. Her an bir şey yapabilirler”, ‘Seni öldürecegiz’ diye haber göndermişler! Kimler?!. Bu katilleri bir araya getiren, harekete geçiren irade nedir? Bir insanın hayatının sona erdirilmesine nasıl karar verir? Ve o kararın icrası karşısında neden birileri “Omerta” suskunluğuna gömülür? Gencecik bir akademisyenin, bir insananın toprağa düşmesinin büyük acısının yanında en mühim unsur, bu sorulardır.
MHP lideri Devlet Bahçeli, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in sesini duymalı “Ankara’nın göbeğinde güpedündüz adice işlenmiş bu menfur cinayette hiçbir dahlinin ve bilgisinin olmadığına inandığım Devlet Bahçeli’ye son bir çağrı yapmak istiyorum: Gelin, bu davanın önünü açın. Suça karışanların tamamı yargılansın. Geride zihinleri meşgul eden küçücük bir şüphe, toplum vicdanını rahatsız eden en ufak bir adaletsizlik kalmasın. MHP ve Ülkü Ocakları, bu zandan, bu töhmetten, içine sızmış bu suç şebekesinden kurtulsun” çağrısına kulak vermelidir.
Savcı “olmuş böyle bir talihsizlik, kafaları bozulan iki kişi bir araya gelmişler, bir tetikçiyi azmettirmişler, bir akademisyen olan Sinan Ateş’i haksız yere öldürtmüşler, Allah rahmet eylesin, keşke olmasaymış böyle bir talihsizlik” modunda yazdığı 145 sayfalık iddianamesine 145 bin sayfa daha ilave etse kamuoyunu Sinan Ateş cinayetinin siyasi bir cinayet olmadığı konusuna inandırabilir mi?
***
Ayrıca, bu son dönemlerde Susurluk benzeri, belki onu da aşan şekilde çete-mafya-siyaset ilişkileri ortalığa saçıldı. Suç Örgütü Lideri Sedat Peker’in ifşaları gibi… Siyasilerin adının da geçtiği bu ilişkiler Meclis kulislerinde, koridorlarında konuşulsa da ne bir araştırma ne de soruşturma komisyonları kuruluyor. Meclise gelmiyor. Meclis tamamen devre dışı kaldığı için biz tam ne olduğunu öğrenemeyeceğiz.
Son olay, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ndeki Ayhan Bora Kaplan olayında da belli ki devlet bürokrasisi ve yargı, Erdoğan’ın kimi hain, kimi kahraman ilan edeceğini bekliyor. Erdoğan ise iktidarın küçük ortağı MHP ile ilişkileri ve kendi iktidarını düşünerek pozisyon alıyor. Aslında Kaplan bir simge, öne çıkan. Sinan Ateş olayında olduğu gibi, çok kısa süre içinde palazlanan Kaplan’ın Emniyet ve siyasi ilişkileri ve işbirlikleri göz kamaştırıcı.
Yurtdışına kaçarken havaalanında derdest edilen Kaplan’la ilişkili olduğu varsayılan veya öne sürülen Emniyet içindeki dört gözaltılı sarsıntının ucunun, hükümette resmen ortak olmayan ama devlet bürokrasisinde örgütlü ortaklığı üzerine çok şey yazılıp çizilen MHP ile ilişkisi tartışılıyor. Fakat görüldüğü kadar AKP-MHP ortaklığını da aşan, iktidarda çok parselli bir kavga, ayak kaydırma vb. söz konusu. Maddi gerçeğin ortaya çıkmaması adına devlet içinde tam bir bilek güreşi. Siyasetin, güvenlik ve yargının bürokratları, mafyanın hem taze hem de küflenmiş aktörleri ile birlikte.
Devletin en ince kılcal damarlarına kadar işleyen, William Shakespeare’in Hamlet’e söylettiği öyle bir kokuşma, çürüme söz konusu ki İtalya’da 1990’larda yapılan “Temiz Eller” operasyonu gibi ulusal çapta bir yargı soruşturması olmazsa buradan bir çıkış olanaklı olmayacak.
Kirli ilişkiler ağının ortaya çıkarılması, Sinan Ateş cinayetini ve birçok gizli kapaklı olayı da aydınlatacak bilgileri sağlayabilir. Ancak kesin olan şu ki tüm bu gelişmelerin yaşanması için AKP iktidarının deyişmesi (dur deninmesi) gerekiyor.
Ama koltuğa oturan siyasetçi, istediği kadar oturma imkânı bulur ise neden kalksın o koltuktan değil mi?
O koltuktan kalkmamak adına suç ortaklığına dahil olabilir ya da işlenen suçları görmezden gelebilir.
Demokratik diyarlarda “hukukun üstünlüğü”, buralarda ise “egemenin üstünlüğü” söz konusu…
Bu gerçeği değiştiremedikçe hiçbir şeyi değiştiremeyeceğiz.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 2 Haziran 2024