DEPREM NEYİ SARSAR, NELERİ YIKAR? (DEPREM GÜNLÜKLERİ 1)

Hiç düşündünüz mü? Deprem, yer kabuğu ile birlikte neyi sarsar? Hangi temelleri yıkar? Birey olarak her bir insanın biyolojik varlığının, yaşamının güvende olduğuna yönelik kaygısız duygularını mı? Korku ve korkusuzluk arasında, günlük yaşamda düşünmediğimiz o en çaresiz, en yalnız an’ın başımıza gelmeyecek olmasına duyduğumuz kırılgan inancı mı? Bize ihtiyaç duydukları her anda, sevdiklerimizin yanında olabileceğimize, […]

Hiç düşündünüz mü? Deprem, yer kabuğu ile birlikte neyi sarsar? Hangi temelleri yıkar?

Birey olarak her bir insanın biyolojik varlığının, yaşamının güvende olduğuna yönelik kaygısız duygularını mı? Korku ve korkusuzluk arasında, günlük yaşamda düşünmediğimiz o en çaresiz, en yalnız an’ın başımıza gelmeyecek olmasına duyduğumuz kırılgan inancı mı? Bize ihtiyaç duydukları her anda, sevdiklerimizin yanında olabileceğimize, onları koruyabileceğimize dair duyumsadığımız o sınırsız güveni mi? Sahip olduğumuz, olmak için bir ömür verdiğimiz evlerimiz, eşyalarımız, katlarımız, kartlarımız ve banka hesaplarımızın devletin, yetkili organ ve idari birimlerin emin ellerinde korunduğuna, ihtiyaç anında onları sınırsız ve sorunsuz kullanacağımıza kendimizi inandırdığımız, iyimser umudu mu? Teknolojinin sarmaladığı dünyamızda, yedi yirmi dört her kanaldan gözümüze sokulan “teknoloji varsa, size ölüm yok” reklam söylencesinin sihirli büyüsüne kapıldığımız yanılgılarımızı mı? Gerçekten, deprem aslında neyi sarsar? Deprem, öncelikle yaşamla aranızdaki bağı sarsar! Deprem, öncesi ve sonrası olarak, yaşamınızı böler, bütünlüğünü sarsar! Deprem orada kalanlar, ondan sonraya kalanlar diye sevdiklerinizi böler ve ailenizi sarsar!

Yıkıcı Sonuçlar

6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinde diğer iller ile birlikte en büyük yıkımı yaşayan Hatay /Antakya da, depremde sağ kalabilenler olarak bizler, deprem sonrası üç gün bütünüyle sahipsiz bırakıldık! Üç gün boyunca AFAD, Kızılay ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bizlere ulaşmasını bekledik! Ama olmadı! Arama kurtarma çalışmaları başlamadı, ekipmanlar sağlanmadı, gerekli afet koordinasyonu oluşturulmadı. İnsanlar enkazda kalan yakınlarının başında canhıraş bir haykırış, korku, “diğerleri nerede” telaşı ve çaresizlik içinde bekledi! Ten kesen bir soğuk içinde ve sıkça gerçekleşen “artçı sarsıntı’larla” geçen; dökülmüş sıvaları, kırılmış kolanları, çatlamış betonları ve düşmüş balkonları ile yere yığılmış, yan yatmış, yüzü gözü çarpılmış, dişleri sökülmüş karanlık bir ağız gibi duran odaları ile yıkılmış koca binalar arasında kalan – güvenli olduğunu saydığımız- küçük alanlarda süren o sonsuz bekleyiş! Sahipsizlik, terk edilmişlik duygularının yıkıcı tedirginliği içinde geçen o bitmek bilmeyen uzun karanlık!

Rant Politikasının Sonuçları

Bizler, doğa olayı depremin kasta varan ihmallerle nasıl ölümcül bir yıkıma dönüştüğünü, kentin ve kentleşme olgusunun piyasa düzeninde yalnızca “rant” elde etme ve paylaşma amacıyla; müteahhitlerle, onları denetimlerden koruyan tepe uzantılarıyla, onlara fazla kat izinlerini verenlerle, fay hatlarını, tarım arazilerini, sıvılaşan zeminleri imara açanlarla, kaçak yapılara ruhsat verenlerle, imar planı değişiklikleriyle kupon arazileri üretenler ve oraya dikilen binalardan elde edilen karları paylaşan siyasiler, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, bürokratlar eliyle işletilen bir organizasyon, bölüşülen bir “meta” görülmesinin yıkıcı sonuçlarını ölümle, acıyla sınanarak yaşadık, yaşıyoruz!

Depremin ‘ekonomi politiğini’ oluşturan yönetsel akıl; yönetici koalisyonun konumunu, ekonomik gücün ve rantın paylaşımını koruyan politikaları, toplumsal yaşamın her alanında, kamusal/ özel mekan sınırı tanımadan, bütün işlem ve eylemlerle daha da güçlendirme üzerine kurulu. Örneğin, 2018 yılında 3194 sayılı İmar Kanununa eklenen madde ile imar “barışı” adı altında, imar mevzuatına, deprem, çevre sağlığı, kentsel planlama bütünlüğüne aykırı yapılan milyonlarca kaçak yapı, “yasallığa” kavuşturuldu. Türkiye genelinde toplam 7 milyon 85 bin 969 adet yapıya kayıt belgesi verildiği, bunların 5 milyon 848 bin 927’sinin konutlardan oluştuğu, Kahramanmaraş merkezli depremlerin etkilediği on bir ilde imar affı kapsamında verilen yapı kayıt belgesi sayısının ise 294 bin 166 olduğu açıklandı! Dönemin Bakanı, esas amacın “bütçe gelirini artırmak” olduğu, “imar barışında hedefe ulaşıldığı”, “Devletin kasasına 25 milyar 592 milyon TL’nin girmiş olduğu” yönündeki açıklamaları ile uygulamadaki anlayışı ortaya koymuştu! (Bahsedilen gelirlerin afet riskli alanların dönüştürülmesi amacıyla kullanılmadığı, Sayıştay Raporları ile ortaya konuldu. Ayrıca, konuda teklifi yapan ve teklife evet oyu veren milletvekillerinin oyları her ne kadar yasama sorumsuzluğu bağlamında korunsa da, afet yönetiminin risk azaltma boyutunu sekteye uğrattıkları için hukuki/tazminat sorumlulukları da hukuken devam etmektedir.)

16.05.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun (kentsel dönüşüm), 2B yasası, daha sonra çıkarılan Bütünşehir Yasası, İmar Kanunu’nda yapılan değişiklikler, “torba yasalar”, TMMOB’yi etkisiz hale getirmek için yapılan düzenlemeler, Çevre ve Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın ( ÇŞİB) görev ve yetkilerini yeniden düzenleyen KHK’ler vb. uygulamalar siyasal iktidarın kent politikalarının arka planındaki bu yağmacı anlayışın sonuçlarıdır! 6306 sayılı yasada “riskli alan” olarak ilan edilen bölgelerde bütün yetkinin ÇŞİB’ye geçmesi, bakanlığın bildiriminden sonra riskli alanların boşaltılmasının gerekmesi büyük bir hukuksuzluğa yol açmaktadır. Yasa, sorunları çözmek yerine, bir rant aracına dönüşmüş, merkezi otorite ile bireyi karşı karşıya getiren bir işlev görmüştür. Vatandaşların “yürütmeyi durdurma” hakkı da elinden alarak, keyfi ve baskıcı yöntemlerle yağmanın ve zenginleşmenin önü açılmış, inşaat sektörüne yeni kazanç alanları yaratılmıştır.

Deprem sonrasında geçen sekiz aylık süreçte yaşadığımız gerçeklik içinde, acıyla öğrenmiş bulunuyoruz ki deprem kalıcı şekilde; yaşam hakkınızı ve güvenliğinizi korumak, her türlü riske karşı bu güvencenin koşullarını sağlamak ile yükümlü bir “devlet örgütlenmesinin” yurttaşı olduğunuza, hakları korunan özne konumunuza duyduğunuz güveni sarsar!

Albert Einstein; “hiçbir sorun, onu yaratan bilinç düzeyiyle çözülemez” der!

Seçimlere odaklı bu siyasal ortamda deprem en çok, rızamızın olduğu kabul edilenler karşısında sergilediğimiz ‘suskunluğumuzu’ yıkar!

*Hukukçu/Akademisyen

Exit mobile version