Stefan Zweig’ın 1881 yılında Viyana’nın ünlü Schottenring Caddesi’ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlayan yaşamı, 1942 yılında Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’te bulunan bahçeli bir evde son bulmuştu.
Yaşamı boyunca her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig, 20. yüzyılın savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardı. Savaşlardan nefret ediyor, daha iyi bir dünyanın kültür aracılığıyla yaratılacağına inanıyor, yapıtlarını insanca yaşama adına kaleme alıyordu. Yapıtları barışa ve sevgiye çok açık bir çağrıydı. 1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle, geleceği öngören duyarlılığıyla, “Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez” diyordu. Çok geçmeden kitapları yakıldı, dostları Almanya’yı terk etmeye başladı. Kendisi de 1934’te Nazi baskısına dayanamayıp ailesini, yurdunu, sevdiği Salzburg’dan ayrıldı. Eşi Friderike’den boşandı. Petropolis’te kiraladığı bahçeli küçük evde her şeyi unutmak istiyordu. Fakat Avrupa’dan gelen haberler korkunçtu. Stefan Zweig, İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, savaş alanlarının uzağında, her bakımdan güvenlik içindeyken ikinci eşiyle birlikte intihar etti.
Ünlü yazar, duyarlı öyküleri, roman tadı taşıyan eşsiz biyografilerinin yanı sıra birçok deneme de kaleme almıştı:
“ (…) Bu insanların yakınmalarına bakılırsa, kitabın dönemi kapanmış, söz tekniğin olmuştur; gramofon, sinema aygıtı ve radyo, sözü ve düşünceleri çok daha ustaca ve rahatlıkla iletebildiklerinden, kitabı geriye itmeye başlamışlardır; kitabın kültür tarihi açısından taşıdığı misyon, çok yakında geçmişe karışacaktır. Oysa bu, ne kadar dar bir görüş ve yine ne kadar kısır bir düşünme biçimidir! Teknik, binlerce yıllık kitabın gerçekleştirdiği mucizeyi aşan, aşmak bir yana, ona erişebilen bir mucizeyi nerede gerçekleştirebilmiştir ki? (…) Henüz hiçbir elektrikli ışık kaynağı, incecik bir cildinki kadar parlak bir aydınlık yaratamamıştır; basılı sözle ilişki kurulduğu anda ruhu dolduran gücün yoğunluğu, hâlâ hiçbir yapay güç akımıyla karşılaştırılabilecek gibi değildir. Hiçbir zaman yaşlanmayan ve yok edilemeyen, zaman içerisinde değişime uğramayan, en küçük kalıplar içerisinde en yoğun güçleri saklayabilen kitabın teknikten korkması için hiçbir neden yoktur; çünkü tekniğin kendisinin de öğrendiklerinin ve onu daha iyiye götüren değişimlerinin kaynağı, yalnızca ve yalnızca kitaplar değil midir? Kitap, yalnızca kendi özel yaşamlarımızda değil, ama her yerde bütün bilginin ve bütün bilimlerin başlangıç noktasıdır. Ve insan hayatın bütününü, ancak kitaplarla kurduğu içtenliğin yoğunluğu ölçüsünde derinliğine yaşayabilir; çünkü sevgi dolu olan insan, ancak kitabın görkemli yardımları sayesindedir ki dünyayı yalnızca kendi gözleriyle değil, fakat bir mucize gibi, sayısız insanların ruhsal bakışlarıyla görebilir.”
Zweig, insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkün, gerçek bir aydındı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının acılarına tanık olmuş, bu acıları derinden yaşamıştı. İntihar gerekçesi dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücünün kalmamasıydı. “Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır” dedi. Ölümünden bu yana güncelliğini hiç yitirmedi…