Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

DESPOTİZİMİN MEŞRULAŞTIRILMASI

 

Despotizmin tarihine bakarken ister istemez yolun bir yerinde İtalyan filozof Niccolò Makyavelli (Makyavel) ile karşılaşmak kaçınılmaz. 1469-1527 yılları arasında yaşayan Floransalı Machiavelli’nin ‘Prens’ adlı eseri despot siyasetçilerin ilham kaynağı olarak değerlendirilir. Nitekim yaygın düşünüşte “Makyavelizm” terimi, “amaç için her yolu mubah gören”, olumsuz ve ilkesiz bir politik hırsın anlatımı olarak görülmektedir.

Tiranlık, otokrasi, diktatörlük ve totaliter rejim türlerine mensup olan despotizm kavramı bu yönetim biçimlerinden belirgin bir farklılık arzetmektedir. Günümüzde tiranlıkla aynı anlama geldiği düşünülse de, despotizm esas itibariyle yetkisini doğrudan doğruya tanrıdan almaktadır. Temel ilkesi korku olan despotizmin var olabilmesi için, korkunun tüm topluma hakim olması gerekir. Montesquieu “Kanunların Ruhu”nda “Nasıl Cumhuriyet yönetiminde erdem, monarşik yönetimde onur gerekliyse, istibdat yönetiminde de korku şarttır” der.

Siyasi despotizmin meşrulaştırılmasına İslam toplumları açısından baktığımızda, farklı örneklerin ortaya çıktığını görürüz. Özellikle dört halife sonrasında iktidar mücadeleleri, zaman zaman ulemanın da verdiği fetvalarla adeta despotizme cevaz veren bir tablo ortaya çıkarmıştır.

Oysa biliyoruz ki Hz. Peygamber her zaman kendisinin bir kral ya da sultan olmadığını, sadece Allah’ın bir elçisi olduğunu söylemiştir. Daha Peygamberlik müjdelenmeden önce bile, herkesin saydığı, sevdiği, güvendiği, malını-mülkünü emanet ettiği insan. O ki ötekileştirmeyen, Mekke’nin fethinden sonra, O’na karşı savaşan, bir anlamda politik rakibi konumunda bulunan Ebu Süfyan ve karısı Hind’e saygı gösterilmesini buyuran mübarek zat. O’nda kin, nefret, intikam duygusu yoktu.

İlk Halifeler, sadece “emîr’ül müminin” idiler. Emevilerden başlayarak “halifetullah” oldular, “kaim bi emrillah” oldular, “zıllullah fil arz” oldular. Fethettikleri eski imparatorluklardaki bu ululaştırma hoşlarına gitti, otoritelerini “mutlak”laştırdı… Dolayısıyla o dönemlerden bugünün Müslüman dünyasına ışık tutacak bir İslam siyaset doktrini üretmek ne yazık ki mümkün değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, esas itibariyle Sıffin savaşı, Müslümanlar açısından dramatik bir yarılmadır. Zira Sıffin’le birlikte İslam’daki sözleşmeye dayalı siyasi ve ahlaki değerler manzumesinden, bu anlayışa taban tabana zıt olan – günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi – zorbalığa dayalı bir değerler manzumesine geçilmiştir. Bu durum, en açık ifadeyle krallık ve saltanata geçişi temsil eden ahlaki ve siyasi bir dönüşümün adıdır.

ZORBA BİR ANLAYIȘIN DÖNEMİNDEYİZ

Ülkemizde olup biten hadiselere baktığımızda zorba bir anlayışın giderek toplumda yerleşmeye başladığını söyleyebiliriz. En kötüsü bu anlayış, karar alma mekanizmalarında köklü bir sistem haline gelirse sonuçları çok daha vahim oluyor. Nitekim bugün değişik yasa ve yasaklarla sivil topluma, özgürlüklere, sosyal devlet alanına müdahale edilebilmektedir. İnsanlar fişlenip renklere ayrılarak en temel hakkı olan “eşitlik” ilkesi (Anayasanin 10. Maddesi) çiğnenmekte, birdenbire “öteki” haline getirilip dışlanabilmektedir. Halkın seçtiği yöneticiler, il, ilçe belediye başkanları gözaltına alındı, ardından tutuklandı… Sivil toplum ve uluslararası insan hakları örgütleri, bunların yanı sıra toplumun çok ciddi bir kısmı bunun siyasi amaçlı bir tasfiye olduğu konusunda hemfikir. Diğer pek çok muhalif belediye başkanı hakkındaki soruşturmalar, görevden almalar ve yerlerine kayyum atamalarla, kamusal alan giderek bir baskı makinesine dönüşmekte.

Mesela, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş için soruşturma izni talep etmiş. Şu konser meselesi. “Geliyor gelmekte olan”dı bu. Muhtemel Cumhurbaşkanlığı seçiminde favori olanlardandı Mansur Yavaş, bir biçimde önünün kesileceği varsayılıyordu. Konser ile başladı, dosya ilerliyor. Hemen öncesinde tanınmış sanatçılara jandarma tarafından yapılan şafak baskını. Kapı tekmeleniyor. Jandarma içeri dalıyor. İçlerinde emzikli anne var, süt pompası ile sütün sağılıp bebeğe gönderilmiş. Saç örnekleri, kan örnekleri alınıyor, acaba uyuşturucu kullanmışlar mı diye… Nasıl belirlenmiş bu isimler, jandarma nasıl karar vermiş bu operasyona belli değil. Ama ortaya çıkan izlenim bu, şafak vakti kimin kapısı polis – jandarma tarafından çalınacak belirsiz hale gelmiş. Hüseyin Kocabıyık. İki dönem Ak Parti milletvekilliği yapmış bir isim. Geçmişte Tansu Çiller’in danışmanlığında bulunmuş. Devleti bilen bir düşünce – siyaset insanı. Son zamanlarda “eleştirel” duruyor, “işler yanlış gidiyor” uyarıları yapıyor. İçerden. Dostane. İyi olsun diye. İşte öyle bir mülakat vermiş Cumhuriyet Gazetesine… Gözaltı, tutuklama. Gerekçe Cumhurbaşkanına hakaret. Son günlerde yapılan açıklamalara bakıyorum bağırsak temizleme operasyonu olduğu açık, net… Yakalanan mafya örgütlenmesi sayısının, yakalanan çete sayısının, yakalanan kara para aklamayla uğraşan eleman sayısının, yakalanan uyuşturucu taciri sayısının haddi hesabı yok…

Son iki-üç hafta içine sığan, gazetelerde okuduğum, TV’da izlediğim olaylar. Bir Türkiye manzarası; deyşet…

Mesela, “Gezi ile iltisak” gerekçesi ile tutuklanan Ayşe Barım’ı tahliye – tutuklama girdabında kıvrandırma eylemi. Onun hemen yanı başında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Selahattin Demirtaş için verilen “derhal tahliye” kararına son anda itiraz. Onun hemen yanında artık çok kabarık bir dosya olan “Belediyeler” olayı. 2024 31 Mart’ında kaybedilen belediyeleri, İstanbul’dan başlayıp teker teker devşirme olayları, başkanlarının içeriye tıkıldığı ve aylarca iddanamenin bile yazılmadığı. İstanbul başlı başına bir olay. Ekrem İmamoğlu gitti gider mi artık. Diploma iptali, ardından yolsuzluk dosyaları… Suç örgütü bilmem ne… Kaç kişi tutuklandı, tutuklayanlar hesap yapmış mıdır acaba? Acaba içeri alınıp da şu veya bu “kuyu tipi” cezaevinde unutulanlar (!) var mıdır?

Mesela, neredeyse unutulmaya mahkum edilen, 18 Ekim 2017’den beri hapiste Osman Kavala dosyası var. Geziden tutuklandı, “Casusluk – Hükümeti devirme” gitti geldi, sonunda “Hükümeti devirme” işine bağlandı ve adamın kaderine “Ömür boyu hapis” yazıldı. Daha pek çok şey sıralanabilir burada.

Mahpus sayısı 1 Eylül 2025 itibarıyla 419 bini aşmış. Avrupa Konseyi ülkeleri arasında birinci sıraya yükselmişiz. Cezaevlerinde yer yok; artık sadece bedenler değil, toplumun bütün birikmiş öfkesi de içeri tıkılmış durumda. Lübanan asıllı Amerikalı şair ve filozof Halil Cibran’nın söylemiyle; “Hepimiz mahkumuz. Ancak kimimiz pencereli zindanlardayız, kimimiz penceresiz.” Özgür Özel’in haklı olarak verdiği yanıttaki gibi: “Kolu kırılan biziz. Kan kusan da biziz…” Bir fetret dönemi yaşıyoruz. Bu dönemden geride kalacak olan, zulüm, ağır sömürü, had safhada adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluktur.

İKTİDAR KAYBETME KORKUSU

Peki bugünkü keyfi, hemen herkesi toptan gözaltına altına alabilecek bir güce ulaşmanın başlangıç noktası nedir?

Prof. Dr. Ömer Dinçer, insanı ve Türkiye’yi düşünmenin ve de yeniden sevmenin rehberi ‘Devlet ile İnsan Arasında’ adlı kitabında (Kapı Yayınları.) şöyle diyor: “Kötülüğün pek çok sebebi veya kaynağı olabilir ama kamu yöneticisinin kötü yönetiminin iki temel nedeni vardır: İktidar ve para.” “İktidar ve güç sahibi olma hırsı insanı kötü yapar.”

Ömer Hoca yöneticilerin adım adım kötülüğe doğru nasıl ilerledikleri konusunda ip uçlarını da vermiş:

“İktidar olmak isteyen yeteri kadar güçlü değilse gücü eline geçirene kadar insanlara hoş görünmek, onların beklentilerini karşılayacak vaatlerde bulunmak ve samimi insanların yetenek ve potansiyellerini kullanmak gibi davranışlar sergiler. Zorunlulukların yaptırdığı doğruluk ve iyilikler aslında kötülüğün örtük halidir. Bütün bunlar toplum beklentilerini karşılamak ve genel sorunları çözmek kadar onun kişisel hırslarını da gerçekleştirmenin bir aracıdır.”

“Ancak iktidar olduktan ve yerini sağlamlaştırdıktan sonra toplum çıkarları ile kişisel çıkarlar yer değiştirebilir. Liderin iktidarı ile çelişen durumlarda tercihler yer değiştirir ve genel toplumsal başarılar yerine kişisel başarılar öne çıkar. Bu gibi durumlarda ehliyet ve liyakat sahibi yardımcılar da lidere iktidarını korumasını sağlayacak sadık ve yetersiz yardımcılarla yer değiştirir. Uzun vadede bürokratik oligarşinin oluştuğu bir yapı doğar.”

“İktidarını kaybetme korkusu insanı kötü yapar: İnsana haz veren isteklerin en tehlikelisi ise makamla veya iktidarla gelen güçtür. Güç bütün haz nedenlerinin cazibe merkezidir. Çünkü güce sahip olan istemesi halinde diğerlerine de sahip olabilir.”

Dahası var. Kitaptan devam ediyorum.

“İktidarı kaybetme korkusu aklı arka plana iter ve hırsın insana rehberlik etmesine neden olur. Gerçekte bu tür kötülük iktidar sahibi olma hırsının öbür yüzüdür.”

“Bu durumda kötülük açık ve örtülü olmak üzere iki şekilde gerçekleşir: Örtülü kötülük önceki kötülüğe benzer. Güç sahipleri yerini korumak için zorunlu olarak adil olmaya, istişare etmeye, cömertliğe, affedici olmaya yönelebilir. Eğer doğru, iyi ve güzel ahlaki nitelikler yöneticinin kişiliğinde yer etmemiş ve erdem olarak içselleştirilmemişse zorunluluk ortadan kalkınca gerçek kişilik özellikleri kendini gösterir. Makam sahibi gücünü pekiştirdiği ve yerinden emin olmaya başladığı zaman söz konusu iyi huylara da gerek kalmaz.”

“Machiavelli’nin dediği gibi ilerleyen zamanda insanların desteği eleştiriye, eleştirisi öfke ve nefrete, nefreti ise korkuya dönüşür. Korku ise şiddetin kaynağı olur, şiddet iktidarı kaybetme korkusunu pekiştirir ve bu kısır döngünün götüreceği sonuç daha fazla zulümdür.”

‘YIPRANMA PAYI’ DEĞERLENDİRMESİ YAPMAK GEREKİYOR

Hayat geçicidir ve ne elde edersek edelim yine de tatmin olmadan ölürüz.

Zihnin ürettiği yapaylıklardan, dayatılan kodlardan kurtulabilen insan zarafetle yaşayarak bilgelik yoluna girebilir. Bunun için tecrübeden çok, içsel yolculuklar yaparak varlığının özüne ulaşma çabası gerekir. Güce, yanılsama yaratan imkanlara karşı direnebiliyorsak, vicdanımızı ölçü tutup, hayatın asıl amacının hoş bir seda ile iz bırakmak olduğu bilincine varmışsak, varlığımızın bilincine vararak yaşıyoruz demektir. “Bir insanı üstün kılan, onu kendi arzu ve ihtiraslarından kurtaran, sadece vicdanıdır.” diyor İskoç yazar ve devlet reformcu Samuel Smile.

Sanırım bir “Yıpranma payı” değerlendirmesi yapmak gerekiyor. Bu gittikçe ülke için daha hayati bir mesele haline geliyor. Çünkü bu ülkede gittikçe daha çok insan, “Demokrasi sabah kapınızı sütçünün çalacağından emin olunan rejimin adıdır!” özdeyişini seslendiriyor.

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 17 Ekim 2025

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER