Osmanlı’nın son hâli’ni tasvir eden Mehmet Akif’in 1913 tarihli şiirin iki mısrası şöyle:
Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücûdun hâlidir:/ Rûh-i izmihlâlimiz ahlâkın izmihlâlidir.
Hâlimiz, çözülmüş- dağılmış bir vücudun hâlidir:/ Çöküşümüzün ruhu, ahlâkın çöküşüdür.
Evet, Tevfik Fikret’in dediği “Bir uğursuz dönem”deyiz. Bolu’daki yangın dumanları ufuklarımızı sarmış; aynı bir ateşin demokrasimizi yakmaya başladığını farkediyoruz.
Öyleyse ona kulak verelim: “İnsan aklıdır eninde sonunda/ gerçeği bulacak olan.”
***
Türkiye, “durumdan memnun olanlar” ve “artık bu böyle gitmez, dur demek lazım diyenler” olarak ikiye bölünmüş durumda. Bu bölünmenin niceliksel hesabı doğrusu çok önem taşımıyor. Duruma itirazların niteliği, keyfiyeti; taşıdığı ya da taşıyabileceği kararlılığı, radikalliğiyle ölçülmelidir. Tarih böyle yazdığı için söylüyorum; keyfim böyle istediği, işime böylesi geldiği için değil.
“Artık bu gidişi dur demek lazım” diyenler arasındaki ciddi, esası ilgilendiren bir başka bölünmeden de söz etmek gerekir. Bu bölünme de “iyimserlerle” “kötümserler”arasındadır. Kimimiz, “durum iyi değil, daha da kötüye gidecek, daha dibe vurmadık” derken, kimimiz de “daha kötüsü ne olabilir; ülkemizdeki mafya örgütleri, derin devlet yapılanmaları, korku iklimi, yolsuzluk, hukuksuzluk, kuralsızlık, liyakatsizlik, cukkacılık, adam kayırmacılık, tedbirsizlik, denetimsizlik, ahlaksizlık, vicdansızlık, vurdumduymazlık, ihmalsızlık vs. gibi topyekûn bir çürümüşlüğün, tükenmişliğin, bitmişliğin yartıldığı hâli ortada.
Ne acıdır, ne büyük bir acıdır ki ülke lime lime dökülüyor, gözlerimizin önünde. Tüm organları iflas ettirilen Türkiye, çoklu organ yetmezliğine uğrayan beden gibi çürüyor. Ve canın yavaş yavaş çekildiği her beden gibi içini dışını çürüten mikroorganizmaların, kurtçukların saldırısı altında. Doğanın bir alaycılığı olarak ölüme kayan her canlı, varlığını çürüten parazitleri bizzat üretiyor, iyi mi?
***
“Daha dibe vurmadık, gör bak daha başımıza neler gelecek” diyenlerin bir kesiminin, Samuel Beckett’in hiç gelmeyecek Godot’yu bekler gibi bir halleri var. Tümüyle haksız oldukları söylenemez; çünkü tarih de gösterdi ki “dibin dibi” her zaman vardır ama kuşkusuz tarih ilerlemenin de tarihidir; biz o tarihin aynıyla yinelenemeyeceğini, Batı’nın diktatörlerine değil daha çok Doğu’nun despotlarına özenenleri bir tür hayal kırıklığının beklediğini söylersek pek mi determinist, pek mi iyimser sayılmalıyız.
Sayılalım; gerçekçiler için bunun çok da fazla bir anlamı olmaz. Onların yani bizlerin eskimeyen düsturu; “insanlığın önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyacağına” dair usta sözüdür. Der ki usta; “Her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Orada mıyız, bilemiyoruz. Bu ünlü tezin gerçekle ilişkisi iyimserliğimizin kaynağıdır. Ama bu kadar da değildir…
Yalnızca usta sözünü aktarmanın, huşu içinde beklemenin derin, uhrevi sessizliği içinde eriyip gitmek de mümkün. Kötümserliğin böyle bir eksisi, iyimserliğin de ihmal edilmez bir artısı var kısacası. Aslında “heybede olduğu söylenen turpun” gölgesi altında ortamın yavaş yavaş karartılmış, karanlığa gelinmiş olmasıdır. Reostalı bir aydınlanma aracıyla yapılabildiği gibi, ışığın feri gittikçe soldurulmaktaysa kişi o karanlığı zaten kabullenmiştir. Artık aydınlığa çıkmayı en azından bir süreliğine düşünemeyecektir bile.
Ülkemizde durum budur. Tencereye atılan kurbağa örneğinin başka bir metaforik anlatımı, ışığın yavaşça ve düzenli olarak kısılmasıyla olanıdır. Ülkemiz insanının yarıya yakını karanlığa bir şekilde razı edilmiştir. Öyle ki, ışığa kavuştuğunda gözlerini kırpıştırıp, elini alnına götürüp siper ederek aydınlığı inkar edecek düzeye getirilmiştir. Hatta belki ışık saçan her cihazı, ampül hariç(!) kırmayı bile deneyecek kıvama erişmiştir.
***
Eğer durum böyle ise sorular şöyle mi gelmelidir? Aynı odada yani karanlıkta beraberce oturulup, en uzun gecenin sonlanması beklenecek midir? Aydınlığı unutmuş insanlara mum ışığı ile bir geçiş süreci mi yaşatılmalıdır? Yoksa lamba pat diye açılmalı mıdır?
Eğer orada zaten ışık düzeneğini idare edecek bir anahtar varsa, tabii ki ona basılacaktır. Bundan doğal ne olabilir ki! Yok, anahtarı da kırmışlarsa o zaman karanlığa razı olmayanların arasından “öncü”ler işi devralmalıdır.
Artık yöntemleri nasıl olacaksa… Yeni bir anahtar yapmadan ya da aydınlığa giden kapıyı açmadan önce, karanlığa razı edilmişlerin gözünü bir süreliğine bağlıyacaklar mı, yoksa onları yavaşça mı dışarı çıkaracaklar bilinmez ama öncüler olmaksızın bu iş olmayacak…
Çünkü “Șahsım Devleti” düzenin siyasal oluşumları – koltuk koruma uğruna – karanlıkta hep beraber oturmaya razı gibi görünüyor. O zaman, böylesi bir demokrasi mücadelesinin, eşitlikçi toplum isteğinin öznesi kim olacaktır? Mücadele sınıf ölçeğinde mi verilecektir? Yani halka içinde bulunduğu karanlığın nedeni bu temelde mi anlatılacaktır?
Anahtara basacak, kapıyı açacak olan öncüler ister kent soylu liderlikler, ister örgütlü birlikteliklerin temsilcileri olsun, ülkemizi ve insanımızı ilgilendiren ve etkileyen her şeyi yeniden düşünmek, çözümlemek ve karanlığı delmede yapacağımız değerlendirmeler ışığında “çağdaş uygarlık” doğrultusunda kesintiye uğratılmak istenen yürüyüşümüze her alanda devam etmek bize düşen tarihsel bir sorumluluktur. Felsefe, Siyaset ve Politika kategorilerinde eserler yazmış Can Soyer, İleri Haber’deki yazılarında “Türkiye’de solun devrimci ve mücadeleci, yıkıcı ve aynı zamanda yapıcı/kurucu bir iradesi, kararlılığı, aklı ve geçmişi, yani ruhu vardır. Mesele, bu ruhu özgürleştirme cesaretini göstermektir”diyordu. Hedef bellidir; “demokratik, insan haklarını esas alan bir ülkenin inşası”. Yeterince ortak bir payda değil midir, her gün yeni bir kötücül atakla inşa edilen otokratik İslamcı rejime karşı?
Böyle söyleyince “daha dibe vurmadık” diyen arkadaşlar da elleri kolları bağlı oturuyorlar anlamı çıkmasın ama umudu kırılanlara söyleyelim; kemiyetin keyfiyete, niceliğin niteliğe dönüşmesinde ruhların özgürleşmesinin önemi büyüktür. İyimserlik mücadele ruhunu besler; kararlılık yoldaki engelleri temizler. Öyle görünüyor ki ortada bir sorun var ve bu sorun çözülecektir. “Zamanı geldi mi” diye soran olursa, somut durum saptamalarına insanın bilinçli eylemi yol verir diyelim ve ekleyelim: yangın var, kimseyi bekleme zamanı değildir; Godot sensin, dibe vurmak için kullandığın pençeleri çıkar ve başından beri seni bekleyen kanatları keşfet. Ve bugün hemen başla, üzerindeki yoğun baskıdan kurtuluşunun ve meydan okuyuşunun tek yolu…
Spinoza’nın dediği gibi; “Cesaret ruhun özgürlüğüdür.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 24 0cak 2025
YORUMLAR