Önemli konuya devam ediyorum
Türkler 670’lerden 740’lara kadar Arapların yaptıkları katliamlarla Müslüman olmuşlardır. 70 yıl kadar süren Türk-Arap savaşlarının sonucunda 100 binin üzerinde Türk öldürülmüş, 50 binin üzerinde Türk genci de köle ve cariye (hizmetli) yapılmış, şehirler yağmalanmış, ganimet diye halkın her şeyi talan edilmiş, tarihi eserler yok edilmiş “teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiçbir zaman yerine getirilmemiş, “şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
Arapları orta Asya’ya saldırmaya iten en önemli neden, savaşa katılan Arapların kısa zamanda büyük servetlere sahip olmalarıdır. Çöllerde yoksulluk içinde yaşayan bedevi Araplar, savaşa katılan askerlerin, yüksek maaş ve ganimetlerle kısa zamanda büyük bir zenginliğe kavuştuklarını görürler. Bu nedenle Arap yarımadasının dışına çok büyük bir Arap göçü başlar. İran’a, Buhara, Baykent, Semerkant gibi büyük şehirlere önemli sayıda Arap aileler yerleşir.
Tek Allah ve her şeyin Allah’ın bir tezahürü olduğuna, yani Tevhide inanılan Tengri dininde Türkler ibadetlerini içki, müzik ve dans eşliğinde yapmışlardı. Din adamları da Şaman ismi ile tanımlanmışlardır.
685 yıllarında Haccac ile bu defa Irak’ın zorla İslamlaştırılması hareketi olur ve aralarında Türklerin de bulunduğu halk zulüm görür.
Gördükleri zulüm karşısında İslamlaştırılan Türkler, “Yatuk” denilen şehirliler değil, çoğunlukla göçebe yaşam içinde olan ve Yörük veya Türkmen diye tanımlananlardı. Şehirliler ise ya Tengri, Zerdüşt, Budizm veya Mani gibi eski inançlarını devam ettirmişler veya Emevi-Abbasi’lerin din dedikleri Kur’an dışı uygulamalarını benimsemişlerdir.
Tengri, Zerdüştlük, Budizm veya Mani dinleri inancında iken, mecburen Emevi baskılarına boyun eğmek durumunda kalan Yörük veya Türkmen olan Türkler ise, Emevilerin şekilci İslâm’ını değil, Kur’an’ın ahlâkî yönünü benimserler ve iktidarın muhalifi konumundaki Hz. Ali ile çocuklarının mağduriyetlerine ve gördükleri zülüm karşısındaki savunma ve tavırlarına sahiplenirler. Hz. Muhammed’in kan soyu demek olan Fatma, Ali, Hasan ve Hüseyin’in olduğu Ehl-i beyt’e ve bunların soyuna yapılan Emevi zulümleri arttıkça, onlara olan bağlılık ve sevgi de Türklerde artmıştır. Hatta 750 yılında Abbasiler ve Türkler birlikte hareket ederek Emevileri devirirler ve böylece Türklerin isteyerek Kur’an’a ve bildirilen İslâmlığa yönelmeleri artış da gösterir. İslâmiyete yönelenler hem kendi eski geleneksel inançlarını, hem de onlara uygun düşen Kur’an’ın muhkem /değişmez ahlâkî ana din kurallarını benimseyip her iki inancı harmanlarlar.
Böylece Türkmen Türklerde Arap ve Fars’lardan farklı bir İslâm inancı oluşmuştur. Bu harmanlaşmayı (1093-1166) Türkistan- Sayram şehrinde doğan, Yesi şehrinde yaşadığı için bu lakabı alan ilk Türk mutasavvufu Ahmed Yesevi olgunlaştırdı ve “Tasavvuf” dediğimiz Kur’an’daki muhkem /değişmez ana farz kurallara uymayı prensip edinerek sistemleştirdi. Bu yaklaşım, zaman içinde “Yesevilik” diye tanımlandı.
Harmanlanmış İslâm, Türkler arasında, Yesevi’nin öğrencileri olan Sufilerce yayılır. Ahmed Yesevi ve Bektaş-ı Veli, Aleviliği, temelinde Allah ve insan sevgisi olan 4 kapı (Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat) ve 10 ardan 40 makam şeklinde toparlarlar. Şamanizmde olan müzik ve semah şeklindeki dinsel ritüelleri de devam ettirirler. Kur’an’da “Salât” diye tanımlanan “Yardımlaşma ve dayanışma toplantı ve faaliyetlerini” de “Cem toplantısı” şeklinde uygulamaya başlarar.
Türklerin inancında, Kur’an’da olduğu gibi Tek Allah’a iman ilk şarttı. Bu inanca göre, Allah’ın yansıması Evren’de, İnsan’da ve her şeyde, her yerdedir. Kurban kesilir, kadın ve erkeklerin birlikte ibad ve ibadet /kulluk etmeleri, dua ve şekilsel ritüellerin yanında, müzik ve Anadolu Aleviliğinde olduğu gibi semah şeklinde ifade edilir.
Tengricilikte olan Kamlık /Şamanlık da, Din adamlığı ve Şeyh-Dede-Veli-Derviş-Ermiş-Baba-Eren-Hoca-Molla şeklinde devam ettirilmiştir. Mahşer ve hesaba çekilme inancı ile yazıcı Melekler olduğu, Cennet (Uçmak), Cehennem (Tamu) olduğuna inanırlar. Hem dualarını hem de Kur’an’ı ana dilleri olan Türkçe okumak vardır.
Bu sayede Türkçe’nin devamlılığı söz konusu olmuştur. Yine Türklerde Üç damga denilen “Eline-diline-beline” prensibi temel prensipleridir. Yine Türklerden, cenaze nedeniyle helva dağıtmak, ölünün 7 ve 40. günlerde anılma toplantısı yapmak, ibad ve ibadet etme /kulluk etme ve duaları ile Kur’an’ı ana dilleri olan Türkçe okuyup anlamak ve öğrenmek, Ribat adını verdikleri sosyal yardımlaşma ve dayanışma toplantılarını, Kur’an’da istenen ve Hz. Muhammed’in titizlikle yerine getirmiş olduğu Salât uygulamasının aynısı olarak devam ettirmek gibi adetler alınmıştır.
Aynı yıllarda Medrese Sistemini başlatan ve akılcılığı değil de Din temelli bilgi sahipleri diye kabul edilen ulemaların görüşlerini ön plana alan Büyük Selçuklu Sadrazamı Nizamül Mülk (1018-1092) ve Gazali (1058-1111) tarafından yaklaşık 200 yıl önce Hanefi (609-767), Maliki (712-795), Şafi (762-820) ve Hanbeli (780-855) olarak gruplaşmış mezhepler, “Sünnilik” başlığı altında tanımlanmaya başlanmıştır. Ve birlikte Hz. Ali taraftarları dışlanmaya devam ettirilmiştir.
Buhari-Davut-İbn Mace, Müslim-Tirmizi ve Nesai olmak üzere 6 kişinin ayrı ayrı kitaplarını Buhari 830’lu yıllarda tek kitap halinde ve Kütub-i Sitte ismi ile gerçekleştirmiştir. Peygamberimize atfedilen bazen Hadis, bazen de Sünnet denilen sözlerin bulunduğu bu kitabı önemseyip Kur’an’ın yanına da koyan görüşte olanlar SÜNNİ olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Tabi Hz. Ali taraftarlarını dışlama böylece yeniden hız kazanmaya başlamıştır. Dört mezhep de Sünni Mezhepler şeklinde tanımlanır olmuştur.
Zamanımızda Hanbeli’lik mezhebi, Selefi’lik-Vahhabilik (Ehl-i Hadis – Hadis taraftarları) ve Eş’ari’lik şeklinde devam ettirilmektedir.
Diyebiliriz ki Anadolu Türkmen Aleviliği, Anadolu Sünni toplumu olumlu etkilemiştir ki Sünni toplumda da Muaviye, Yezid, Mervan gibi Emevi ve Abbasi isimleri kullanılmamaktadır.
Yesevilik, Moğollar’ın istilası (1216) ile olan göçlerle Afganistan (Horasan) ve Azerbeycan Türklerine (Türkmen) yayılır ve böylece Ahmed Yesevi, Alperen denilen Türkistan ve Horasan erenlerinin önderi kabul edilir.
Yesevilik, 1200 yıllarından itibaren Türkistan ve Horasan’dan Mevlâna (1207-1273), Bektaş-ı Veli (1281-1338), Sarı Saltuk, Ahi Evren, Pir Sultan (16. yüzyıl), Otman dede, Baba İshak, Osmangazi’nin kayınbabası Ede-Bali, Geyikli Baba, Dede Kargın ve Yunus Emre ile Anadolu ve Balkanlara Alevi-Bektaşilik olarak yayılır. Ancak bunlardan Mevlâna’nın uygulamaları, müzik olarak Ney ve Semah gibi bazı yönleri ile farklılık gösterir.
Hz. Ali taraftarlarının Emevîler ile başlayan dışlanmışlık ve zulüm görmeleri, yıkıldıkları 1258 yılına kadar Abbasilerin değişen uygulamaları sonucu ve zaman içinde korumacılıktan yine dışlamaya dönüşmüştür.
Alevi sözünün bugünkü anlamda ilk kez Türkler tarafından kullanıldığını 941- 942 yıllarında bölgeyi gezen gezgin Abu Dulaf nakletmektedir. Hz. Ali taraftarları için ilk “Kızılbaş” deyimi, İran Türk Safevi devleti Hükümdarı Şah İsmail’in askerlerinin 12 dilimli kırmızı bir başlık /serpuş kullanmaları üzerine söylenmeye başlanmıştır. Ve siyasal bir adlandırmadır. Bugün de halen bazı Müslümanlar ‘Kızılbaş’ kelimesini ensest anlamında kullanarak büyük bir günah işlemektedirler.
Farsça şiir yazan Osmanlı Padişahı Yavuz ile bugün de konuşulan Türkçe ile yazan Şah İsmail, her ikisi de Türk oldukları halde, sırf mezhep farklılıkları nedeniyle birbirlerine düşman olmuş ve savaşmışlardı. Akabinde Anadolu’daki Alevilere olan kıyım daha şiddetlenmiş ve dağlara kaçmak zorunda bırakılmış ve haklarında bin bir iftira üretilerek ‘İslâm dışı, ahlâksız’ bir topluluk olarak dışlanmaları gittikçe artmaya başlamıştır.
1514 de Bektaşi – Sünni karışımı Osmanlı Yavuz Sultan Selim’in, Türk Caferî Alevî Safevi Devleti lideri Şah İsmail’i yenmesi ile Osmanlı’da Araplaşma ve yoğun Sünnileşme başladı ve Anadolu Alevi Türklerinin bir kısmı korkudan Sünni inanca dönmeye başladılar.
Çok zulüm görülen yerlerde Aleviler tarafından Cami, 5 vakit namaz, Hac ve bir ay Ramazan orucunun da takiyyesi başladı. Yine İbad ve ibadet /kulluk etmelerinin şekilsel olanlarını gizli yapmak zorunda kaldılar. Bu gizlilik ve ibad-ibadet etmelerini asırlarca kadınlı erkekli yapmaları nedeniyle ‘Kızılbaş’ kelimesinin “Mum söndü ve ensest” anlamında kullanılmasına maruz kalmışlar ve halen kalmaktadırlar.
Aleviler ayrıca, aynı anlamda olmak üzere Bektaşî, Şiî, Ca’ferî, Nusayrî veya Arapça konuşan Hatay ve Çukurova Alevileri, Rafizî, Kızılbaş, Çepni ve Tahtacı gibi kelimelerle de tanımlanmaktadırlar.
Konuya inşallah devam etmek üzere sağlıklar dilerim.
NOT- NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: “DİN VE BEYİN”, “SON DAVET KUR’AN Tercümesi”, “KUR’AN KADINI KORUYOR”, “OKU! Konularına göre Kur’an ayetleri”, “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE 7 KONUDA ANLAŞMAMIZ VAR”, “ALLAH’TAN ALACAKLI OL”, “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR”, “ALLAH KİMİ SEVER, KİMİ SEVMEZ” ve “HADİS VE SÜNNET GERÇEĞİ”