Doğa ve Denge

Sabahattin Yalkın Uzaydan çekilen fotolarda, Anadolu’nun, Ülkemizin ne denli korunaklı bir coğrafya içinde olduğunu hemen görüyoruz. Üç tarafı deniz, Doğusu dağlık, dikdörtgen bir tepsi… Tepsinin her tarafında dağları, ovaları, ırmakları, gölleri… Ege, Akdeniz kıyıları 9 – 10 ay günlük güneşlik… Yağmurları, karları, rüzgarları hep bir denge içinde. Sularımız, denizlerimiz, ormanlarımız korku verici yaratıklarla dolu değil. […]

Sabahattin Yalkın

Uzaydan çekilen fotolarda, Anadolu’nun, Ülkemizin ne denli korunaklı bir coğrafya içinde olduğunu hemen görüyoruz. Üç tarafı deniz, Doğusu dağlık, dikdörtgen bir tepsi… Tepsinin her tarafında dağları, ovaları, ırmakları, gölleri… Ege, Akdeniz kıyıları 9 – 10 ay günlük güneşlik… Yağmurları, karları, rüzgarları hep bir denge içinde. Sularımız, denizlerimiz, ormanlarımız korku verici yaratıklarla dolu değil. Hortumlar (Siklon), kentlerimizi alt üst edecek şiddette değil. Topraklarımız verimli, toprakla uğraşan insanlarımız çalışkan. Çeşitli dilleri konuşan, çeşitli inanç içinde de olsa, insanlarımız, binlerce yıldır bir arada yaşıyorlar. Ne mi söylemek istiyorum? BU TOPRAKLAR BİR CENNET… Kuzeyden güneye, batıdan doğuya, bütün bölgelerimiz dört mevsimi yaşıyor… Biraz akıllı olalım, Doğa’mıza sahip çıkalım; kimseyi ötekileştirmeden, kenetlenelim yeter…
İnşaat sektörü, ekonomide lokomotif derler; doğrudur. Ancak “ Kentsel Dönüşüm” diyerek doğayı alt üst ederseniz, onun intikamı çok acımasız olur. Başta İstanbul olmak üzere; Ankara, İzmir, Adana gibi büyük şehirlerimizin tarımlık toprakları dahil, toprakları kapış kapış gitti. En küçük bir yağmurda bile sokaklar, caddeler sel sularından geçilmez oluyor. Niye mi? Çünkü her yağışta sünger görevi gören topraklar, betonların altında gömülü kaldı. Yağmur suları emilemiyor, hemen akışa geçiyor. Dere yatakları imara açıldı. Sular nereden akacaklarını şaşırdı. Unutmayın ki sular, akağını bulmakta insanlardan çok daha akıllılar… Yeni bir yol yapılırken, mühendisler, suların nerelerden aktığına bakar. O sular, size doğru yolu gösterir.

Diğer bir sorun, kentlerin sürekli rüzgar alan yönlerinin, ciddi bir etüt yapılmadan gökdelenlerle kesilmesi… Şimdi bu yerlerde sürekli rüzgar alan yönlerin önü yüksek binalarla kesilince, sıcak yaz ayları nefessiz kalırsınız, soluk alamazsınız. Kışın baca dumanlarının içinde zehirlenirsiniz. Ciddi sağlık sorunları başlar. Antakya’da, Büyük Park’ın bitiminden başlayarak Asi kenarında uzanan Turunçlu bahçeleri, yüksek binaların hızla yapılandığı bir semt… Hatalı bir yapılanma… Doğa’nın dengesini bozuyorsunuz. Yazın İskenderun, Kırıkhan sıcaktan yanarken, Antakyalılar, öğle yemeğinden sonra avlularında püfür püfür esen rüzgarın keyfini çıkarır, tatlı bir uyku kestirirlerdi. Hıdır denizinin temiz havası öğle saatlerinden başlayarak, Asi ırmağı boyunca eser. Bu esinti, gece 12 den sonra tersine döner, karadan denize doğru esmeye başlar. Romalılar bunu fark edince, rahat uyumak için yazlarını Antakya’da geçirmeye başlarlar. Roma İmparatorlarından bir kaçı, ‘İmparatorluğu Antakya’dan yönetelim’ derler. Evet, koca imparatorluk Antakya’dan (Antiochia) yönetilir.

Burada bir başka noktaya değinmek istiyorum. Dünyanın her tarafında yapılanma, oranın iklim koşullarına göre planlanır. Eski kent olduğu gibi koruma altına alınıyor. Yeni kent, eski kentin uydusu olarak dizayn ediliyor. Akdeniz ülkeleri, yazları sıcak olduğu için, avlulu (hayat) evleri yaşamlarına uygun bulmuşlardır. Antakya, depremlerin sık yaşandığı bir kent olduğu için, bu tip evler zelzeleden korunmada da yararlı olur. Bunlar, binlerce yılda bulunan bir yapılanma türüdür. Bol güneşli, bol oksijenli… Şimdi Hataylılar, sefertası binalarda oturmaktan mutlular mı? Sanmıyorum… Daha çok hasta oluyorlar, daha riskli yaşıyorlar. Çünkü Doğa hiçbir savaşı kaybetmez…

Başka yazılarımda da değinmiştim; Antakya, fay hattı üzerinde. Anadolu topraklarında saptanan en büyük depremlerden biri, 526 yılında, 600 bini aşan nüfusu ile Antakya’da yaşanmıştır. 250 bin kişinin öldüğü söylenir. Olimpiyat kenti Antakya (Dünyanın üçüncü büyük kenti); Akademisi, hipodromu, anfi tiyatrosu, ışıklı Herod Caddesi (Şimdiki Kurtuluş Caddesi), bir doğa harikası olan Harbiye’si ve yemesi, içmesi eğlenmesi ile ilk turizm bölgesi… Bu büyük yıkımdan sonra, Antakya bir daha o görkemli durumuna ulaşamamıştır. Bizans Kraliçesi Teodora’nın (Tarsoslu bir güzel çingene kızı) yardımları bile Antakya’yı kurtaramamıştır.

Hatay’da beni üzen birkaç yerden söz edeceğim. Eski Antakya’yı koruyalım… Geç de olsa bu işe el atılmış durumda. Ancak İplik Pazarı yok oldu… Orası, küçük bir çarşı idi. Ne ki orası, Antakya’nın kişilikli bir yeri idi. Bir veya iki kahvesi vardı. Mahalle erkekleri, geceleri kahvelerde meddahları dinler (İncili Cemil, İpek Hoca aklımda kalanlar), Ramazan geceleri fincan oynar, yenilenlere cille çekerlerdi. (Yergi içeren türkülü, şiirli söylemler). OF DERDİM VAR oyunu oynarlardı. Şu anda hatırlayamadığım başka oyunlar da vardı.

Demem şu: Bir kentin çarşıları, köprüleri, önemli binaları, meydanları, yolları, anıtları, ibadet yapıları ve yetiştirdiği önemli kişileri, oranın hafızası, belleğidir. Onları ortadan sildiniz mi, o kent özelliksiz, kişiliksiz, birtakım insanların yaşadığı düz bir yer olur. Antakya, herhangi bir yer değildir. Belli başlı dört İncil’in yazıldığı yerdir. Bunlardan üçü, Antakyalılar tarafından yazılmıştır. Saint Pierre mağara Kilisesi, Hıristiyanlığın dinsel kişilik kazandığı ilk yerdir. Tek Tanrılı dinsel inanç içinde olan saygın Antakyalı Habib-i Neccar, Hıristiyanlığın ilk şehitlerinden biridir. Antakya, Vatikan kadar önemli bir kenttir.

Doğa ve denge… Yaşadığımız Dünya, milyonlarca yıl içinde kendi kendine bir denge kurar.1950’li yıllara dek Harbiye (DEFNE), bu antik yer, çağlayanlarla, defne ağaçları ile her taraftan suların akıştığı bir mesire, piknik yeri idi… Hataylılar, Pazar gününü tatil günü yapmışlardır. (Fransız dönemi, kilise kültürü etkisinde) Hasırını, kilimini alan aileler (kadınlı erkekli ), o gün için hazırladığı yiyeceklerini (oruklar, dolmalar ve de künefeler…) sepetlere doldurarak Harbiye’ye taşınırlardı. Özellikle eski değirmenin üst tarafında, on parmak şeklinde akan sular arasında yer sofrasını kurar, akşama dek yer içer, dümbeleğini çalar, türküsünü söyler, keyfince eğlenirdi. Kadınlı erkekli bu piknik eğlencesi içinde bir yavanlık yaşandığını görmedim. Ben buna ANTAKYA MEDENİYETİ diyeceğim. Bu resim, Hidroelektrik Projesi ile zamana karıştı. Kalkerli arazide dinamit patlattılar, suları çoğaltalım derken suları kaçırdılar. On parmak şelaleleri 40 yıl kendine gelemedi. Ve Harbiye’ye kala kala bir havuz kaldı. Doğa ile körlemece oynar, onun dengesini bozarsanız, Doğa’da sizin dengenizi bozar…

Exit mobile version