Bizim memlekette kendin olmak güçtür. Dengeler vardır. Doğrudan tutum takınmak cesaret işidir toplumsal, siyasal olaylarda. Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünceye pranga vurulamaz. Fakat düşünenler susabilir ve susturulabilirler. Görüntüye bakılırsa Türkiye fikirlerin donduğu bir ülke. Güneşi buzla flulaştırmak kadar tuhaf bir iş. Yaşadığımız bu olduğu için devletin başı demokraside atılımlar gerçekleştirdiğimizden söz edebiliyor. Düşünenler, kendileriyle bu kadar açıktan dalga geçildiğini mi düşünseler, gülseler mi, ağlasalar mı bilemez hale geliyorlar.
Doğan Kuban’nın, güncel sorunlar üzerindeki gözlem ve yorumlarından oluşan 294 sayfalık “Kendini Öğretemeyen Toplum” adlı en son kitabını yıkılmış memleketim Antakya’mda geçirdiğim bu son iki-üç ay sürecinde okuyup bir derleme oluşturmaya çalışmıştım. Aşağıda bu derlemenin çarpıcı üç paragrafını aktarıyorum:
①Bizim toplum soru sorma yeteneği yüksek olmayan bir toplumdur. Ayrıca soru sormayanlar soru sorulmasını da istemezler. Fakat herkesin dilinde olan “Ne olacak halimiz?” bir soru değildir. Soru, konulara ilişkin ve önce birikmiş gözlemlerin anıları ve önsezilerle başlayan entelektül çabadır.
②Muhabir bir vatandaşa soruyor : Bakın, bu apartman harap olmuş, yanındaki sapsağlam ayakta. Ne diyorsunuz?
Yanıt : Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz. İsterse sağlamı yıkar, çürüğü ayakta bırakır.
Muhabir beklediği yanıtı alamadı. Vatandaş topu Allah’a attı. Bu adamın kafasına tavan da iner, gemisi de batar.
③Kurtuluş Savaşı, bir Osmanlı direnişi değil, sadece bir Türk direnişidir. Savaş sırasında eski idarenin sürmesini isteyen vatanseverler de Osmanlı devletinin yapısını hâlâ anlamamış ve idealize etmiş insanlardı. Onlar da bu işlerin anlamını hiç kavramamış cahil halk gibi toplumsallaşmamış bir din anlayışı içinde yaşıyorlardı.
Türkiye, bu sözlerin edilebileceği bir ülke değil. Doğruları ters yüz edeni bin pişman edecek tepkiler gelecek birikim ve büyüklükte bir ülke. Buna rağmen şaşalayıp kalınıyorsa düşünmek lazım. Düşünceyi donduran bombardıman ve korku iklimi olmasa, bu sözler tehlike sinyali halinde algılanırdı.
Ürkeklik ve korkaklıkla izahı yetersiz bir durumdur. Derin bir ahlak düşüklüğünü de işaret etmesi üzerinde durmaya mecburuz.
Suriye’de hapishaneler boşaltılınca hatırlananlar bize şahane örnekler gösterdi. Pilot Raşid Tatari’nin hikâyesi bunlardandı. Baba Esad tarafından Hama’daki göstericileri bombalaması istenince “Ben halkımı bombalayamam” dedi ve hapse atıldı. Tam 43 yıl yattı. HTŞ Şam’da hâkim olunca genel aftan o da faydalandı ve çıktı.
Bize anlattığı şudur: Dikta rejimlerinde bile bu tavrı gösterebilenler oldukça o toplumdan ümit kesilmez. O ülkeyi ayakta tutacak bu insanlık yani yüksek namus örnekleridir.
İşte tam bunlar yaşanırken kendi halimize bakmamız lazım. Devletin başı yüzümüze baka baka “22 yıl boyunce bin düşündük ama bir söyledik”lerle demokraside atılımlar gerçekleştirdiğimizden bahsediyor. Sayın Rejimin Başı’na hatırlatmak isterim. “Diktatör olsam ağzınızı açabilir misiniz?” diye tek başına (yandaşlarınızın da hep kurduğu) bu tehditkâr cümle bile “demokrasiyle” ne kadar bağdaşır? Hiç düşündünüz mü? Demokrasilerin olmazsa olmazı, asla vazgeçilemeyecek ve pazarlık konusu dahi edilemeyecek bir unsurunun “fikir ve düşünceyi ifade özgürlüğü, örgütlenme, sendikalaşma özgürlüğü” olduğunu hiç mi duymadınız?
Düşünceleri nedeniyle, bunları ifade etmesi ve hatta buna yeltenmesi nedeniyle cezaevlerinde yatan nüfusumuzun sayısı sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Seçim sonuçlarını tanımayıp, “Beni seçmedilerse, yaşatmam o yönetimi. Zırnık koklatamam. Kaynaklarını kuruturum. Dalını budağını keserim” demenin “demokrasinin antitezi” bir rejim anlamına geldiğini hiç aklınızdan geçirdiniz mi?
Bütün dünya, bugünlerde ülkesini işgal eden emperyalist güçlere direnemeyip (hatta bir anlaşmaya vardığı öne sürülüp) halkını da kendi kaderine bırakıp Rusya’ya kaçan bir siyasi lidere, Beşşar Esad’a haklı olarak “Diktatör devrildi” diyor. Tanım da, etikette, vurgu da doğru.
Siz de zaten uzunca bir süredir, yani Ağustos 2008’de Göltürkbükü’nde “Kardeşim Esad” diye birlikte yaptığınız tatilin sona erdiği, havalimanından el salladığınız günden sonra bu “etiketi” binlerce kez kullandınız “Eski dostunuz Esad (Esed?)” için.
İyi de Sayın Rejimin Başı… O sözünü ettiğiniz vahşet görüntülerinin sahnesi Sednaya Cezaevi, sizinle Esad Ailesi, yatta gezinirken yok muydu? Ya da dünyanın dört bir tarafında, sizin de pekâlâ el sıkışabildiğiniz, “dostum” diye fotoğraf karelerinde birlikte yer alabildiğiniz, özellikle de aynı bölgede yer alan (Ortadoğu, Körfez, Rusya, İran, Afrika, bir dönem İsrail) başka liderlerin ülkelerinde böyle cezaevleri yok muydu? Hâlâ yok mu?
Demem o deme ki… Ben sizin yerinizde olsam, bu “diktatör – demokrat” mevzuuna çok gerekmedikçe pek girmem.
Zira, bunları söylerken kendimize bakmıyoruz, özeleştiriye girme niyetinde görünmüyoruz.
Doğru yanlış fark etmiyor. Memleket’in derdi varsa da ikinci planda. Ekonomik krizi hepimiz yaşıyoruz. Onu doğuran krizleri konuşamıyoruz. Sadece tek adamı ve rejimini korumak endişesiyle konuşuyorlar. Böyle bir ülkenin dışardaki itibarını düşünün. Buna rağmen hâlâ olandan bitenden habersiziz. Üstelik tam tersi bir propaganda faaliyetiyle kendimizi kandırmaya devam etme peşindeyiz. Bu krizler ortasında Suriye krizinde en çok korkulan mezhep ve etnik ayrımcılığının yaşanmaması için etkimizin çok çok sınırlı kalacağı apaçık bir gerçek.
Nasıl bu hale geldiğimizi ve nasıl çıkacağımızı haykıran aydın namusundan mahrumuz.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 15 Aralık 2024