“Hepsi bu ve gücün yeter hiç kuşkusuz
Benim için küçük bir su gözesi yaratmaya
Gökyüzünün gelip bazen kendini seyredeceği…” Jan SKACEL
2. Hatay Kitap Fuarını geride bırakmak üzereyiz… Her yeni oluşumda olduğu gibi, eksik yanlar, organizasyonun dağınıklığı, seslerin birbirine karıştığı söyleşi alanları vs. Hepsi konuşulur. Lakin her şeye rağmen, Hatay’a kazandırılan bir fuar var ve emeği geçenleri tebrik ederek başlamalı…
Gerek İstanbul, gerek Ankara, İzmir ya da Adana kitap fuarları hiç fark etmiyor aslında… Geçmişte fuarlarda yaşanan yazarla buluşma heyecanı, yerini popüler isimlerle buluşma heyecanına terk etmiş… Bir görünme yarışı, bir ticari faaliyet ya da en önde olma histerisi… Anlaşılmaz bir algı, okuru da kendi mecrasına hapsediyor aslında. Ne okuması gerektiği ile ilgili güdülemeden tutun, stantlar arasındaki eşitsizliğe kadar…
Bir görüntünün etrafında kıpırdayan garip yaratıklarız çünkü. Bir metnin anlamından çok, anlamlandırılması üzerinden okumalar yapan kalabalık. Aslında bir yılgınlık şekli, kayıp bir zihin ve yaşamın kaçınılmaz bir parçası gibi yüzümüze her daim sırnaşmış bir varoluş kargaşası…
Şahsımın da imzacı olduğu fuarın bu garip ruh halinde gezinirken, Mehmet Karasu, Mehmet Tekin, Selamet Bağcı, ve Güler Kalem’in “Düşünce Dünyamızda Cemil Meriç” panelini izleme fırsatı buldum… Birkaç ekleme de ben yapayım dedim…
Cemil Meriç, anlaşılmak üzerine tükenmiş bir yaşam gibi dolaşıyor aramızda…
Yazar, çağının ve içinde yaşadığı toplumun kırılmalarıyla ilgilidir daha çok… Köylünün, şehirlinin, işçinin, ezilmişin, yalnızlaşmanın ve bilhassa öfkenin durumuyla ilgilidir… Birey olabilmenin sıkıntısı burada başlar. Karşılaştığımız hemen her olaya anlamlar yüklemek… Canlı cansız tüm duygulara… Anlaşılmanın en temel yolu ya da anlaşılmamanın dayanılmaz öfkesi…
Yıl 1954… Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp tedirgin bir ifadeyle fısıldadı: “Fevziye, elektrikler mi kesik, hiçbir şey göremiyorum.”
“Bizde fikir ormanda uyuyan güzeldir, kendisini uyandıracak prensi bekliyor…” diye başlıyor bir yazısına “Tımarhanedekiler, dışarıdakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış bedbahtlardır…” diye sürdürüyor…
Ailesi aslen Batı Trakya Dimetokalı… Balkan savaşından sonra Hatay’a göç ve 12 Aralık 1916’da Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde başlayan bir yaşam… Edebiyatta Balzac aşkı ama en önemlisi de hemen her heceye karşı yaşadığı merak… Fransız kültürüyle harmanlanmış ilk ve orta öğrenim…
Sınıf arkadaşı Reyagan’a karşı olan ilgisi ve karşılıksız bir aşk… Coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu’yla tanışıklık… Cevap “Evet…” ve 19 Mart 1942’de birleşen bir hayat…
“Denizin sınırları var, sevginin sınırları yok.
Daha çok sevebilirsin.
Ve seveceksin.
Ve biz Kerem ile Aslı gibi efsaneleşeceğiz…” diye fısıldıyor aşkını
Ama güneşin varlığı bulutların dağılmasına yetmiyordu… Cemil Meriç ve eşi Fevziye Hanım, akrabalarında koyu bir sohbette… Edebiyatla başlayan sohbet ilerleyen saatlerde koyu bir akşam buluşmasına ve ardından yenen yemekler… Gece ilerlemiş, artık herkesin evine dönme vakti… Merdivenlerden inerken son basamağı göremeyen Cemil Meriç sendeleyip düşüyor. Hızlıca kalkıp, hiçbir şey olmamış gibi akrabalarıyla vedalaştıktan sonra, eşi Fevziye Hanım’la sokağa çıkar… Yolda yürürken Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp hafif tedirgin ama olanlara inanmak istemeyen bir telaşla, “Fevziye, elektrikler mi kesik, hiçbir şey göremiyorum.”
Artık hiçbir zaman göremeyecekti…
Görmemek bir yere kadar ama görülmemek, fark edilmemek, her yazar gibi Cemil Meriç’i de kabuğuna kıstırmıştı… Ama yazmak böyle bir gerçeklik değil mi? Bazen anlaşılmamayı da içinde barındıracak kadar korkunç…
Nazım Hikmet’le tanışıklık ve sonra yeniden döndüğü Hatay ve köy öğretmenliği… Yargılandığı davalar ve en yakın dostlarına karşı yaşadığı kırgınlık…
“Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit…” diye sesleniyor bir yazısında… Yazar, çağının ve içinde yaşadığı toplumun kırılmalarıyla ilgilidir daha çok… Köylünün, şehirlinin, işçinin…