Özgürlük düşünmeye özgü bir şey, düşüncenin içeriğini oluşturan dinamik bir güç. Özgürlüksüz düşünce düşünülemez, çünkü özgürlük düşüncenin ruhu. Bu nedenle düşünce özgür bireyin vicdanında, diğer bir deyişle zaman- mekân âleminde insanın ruhunda oluşur ve gelişir.
Ne yazık ki toplumumuzun bütününde düşünmek gereğini duymayanların çoğunluğu oluşturduğu bir trajik gerçekliğimiz. Düşünce ve düşüncenin özgürleşmesi üzerindeki inancın baskısı aileden başlayarak okullara, eğitime, çarşıya, politikaya, devletin kurumlarına, yasalarına uzanan bir genişlikle yaşamı kuşatmış. Onlarca yıldır izlenen politikalarla bir yandan bilgisizlik (cahillik), bir yandan da dinci bağnazlıkla donatılmış dalgalarla oluşan tehdit, toplumun özgürleşmesinin önündeki en büyük engel.
Özgür, bağımsız, adaletli, eşitlikçi bir ortamı oluşturacak olan yoğun düşüncenin, felsefenin var edilememesi, toplumda barışın, kardeşliğin gerçekleşmesinin önünü tıkıyor. Özgür yaşamın vazgeçilmez kılavuzu olan eleştirinin, hoşgörünün yerine, toplumsal, siyasal baskılar yaşamı belirliyor. Bu belirlenmiş yaşama boyun eğmekle, her şey önceden düşünülmüş ve belirlenmiştir safsatasına boyun bükmek aynı şey. Bu gerçeklik, düşünmeyi, bilinçle davranmayı, insana düşen görevin çok zorlu olduğunu duyumsatıyor.
***
Sn. Cumhurbaşkanı 19 Şubat günü partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada ifade özgürlüğünün sınırlarını çizdi. “Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olması halinde biz de eleştirilere hiçbir zaman kulağımızı tıkamadık ve tıkamayız.” dedi. Bundan çıkan anlam şu: Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olmayan eleştirilerin yapılması iktidar tarafından kabul edilmiyor. Bunlar yargılama konusu olabilir. TÜSİAD’ın eleştirileri bu kategoriye giriyor. Eleştirinin tutarlı, yapıcı ve iyi niyetli olup olmadığına karar verecek olan ise siyasal iktidar.
“Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli eleştiri” kriterinin uluslararası ifade özgürlüğü standartlarıyla uyuştuğunu söylemek güç. Evrensel ölçekte ifade özgürlüğü dendiğinde aklımıza ilk gelen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 1976 tarihli ‘Handyside kararı’. Avrupa ülkelerinde basın özgürlüğünün temelini oluşturan, AİHM’nin bu ünlü kararı şöyle:
“İfade özgürlüğü sadece hoşa giden düşünceler için değil, ‘devleti ve toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden’ görüşler için de geçerlidir. Bu durum çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük temelinde söz konusudur.”
Üstelik bu karar Anayasa’mınzın 90. maddesinin son fıkrası gereğince bizim hukukumuzun üzerinde sayılıyor.
Handyside kararı, “Bu değerlendirmeler, toplumun bir bölümünü rahatsız edici nitelikte olabilir. Ancak unutulmaması gerekir ki ifade özgürlüğü, çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, hatta eleştirme hakkını da kapsar. Dahası, sarsıcı nitelik taşıyan, toplumun çoğunluğunu kızdıran ve tartışmaya yönelten fikirler de ifade özgürlüğünün koruması altındadır” diyor.
Açıktır ki en masum eleştirilerin bile suç oluşturduğu bir ülkede “inciten, şoke eden, rahatsız eden” ifadelerin iktidar tarafından “tutarlı, yapıcı, niyetli” eleştiri olarak görülmeyeceği açık. Bunlar, iktidarın gerçek tanımına uymayan, gerçek olarak görmek istediğiyle kesişmeyen sözlerdir ve bu yüzden takibata uğramaktadırlar… İktidar aygıtı bilgiyi, haberi, araştırma ve eğitimi kendi amacı doğrultusunda çarpıtarak, olup biteni anlama imkanlarını maniple ederek baskıyı gizlemeye ve varlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Gerçeklerin sistemli bir biçimde çarpıtılması ve iktidarın kendi imajını yüceltirken gerçeği ifşa edenleri cezalandırması baskıcı bürokrasinin temel faaliyet alanı olarak öne çıkıyor.
***
“Vaziyeti idare eden” kimseden düşünce insanı çıkmaz… Kalemin onuru, namusu vardır. Bu, bizden önce kaleme değer katan düşünürler, yazarlardan gelir. Yazık ki neo-liberal dönemde herkes, tarihi kendiyle başlatmak gibi kötü bir alışkanlık edindi. Oysa fikir kökü önemlidir. Kimse bir başına kültür inşa edemez. Devrimci tutum yeri geldiğinde yıkıp, yerine başkasını koymayı gerektirir, doğru. Lakin bu da birdenbire olmaz, tarih bilinci ister. Eline kalem alan kişi bunun sorumluluğunu taşır. İnsanın düşünme hakkını yadsıyan, engellemek isteyen bağnazlığın egemen olmasına karşı durmak, insan olma sorumluluğunun bir parçasıdır. Düşüncenin özgür olmasını sorun edinenlerin toplumlarındaki tüm insanların aynı sorumluluğu duymaları için uğraş vermeleri, kendi kendilerine yüklediği bir görevdir.
Sartre’ın sorumluluk derken ne kastettiğini iyice anlamak lazım. İnsan sadece kendinden mesul değil, tüm insanlardan da mesul. Adaletsizlik, eşitsizlik kol geziyorsa kenara çekilip seyre bakmakla bir değişim ihtimalinin doğması mümkün değil. Daha çok söz, daha çok eylem şart. Yoksa Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi sadece duvardaki gölgeleri izlemekle kalır, mağaranın dışına çıkamayız, dolayısıyla hakikati görme şansımız olmaz. Nedir hakikat? Vicdanımızın söylediği elbet, vicdan… Tek şaşmaz pusula o değil mi?
Düşünen, düşündüklerini çeşitli yollarla açıklayan aydınların haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkmak gibi vazgeçilmez sorumluluğu onlara düşünceyle ilgili tüm sorunların çözümlenmesi gibi bir görevi de yüklüyor. Bilimin yol göstericiliği olmadan ilerleme gerçekleştirilemeyeceğine göre, iradesi ve bilgisiyle özgür olanların toplumunu geliştirebileceği gerçeği, bu sorumluluğu ağırlaştırıyor.
Ülkemizin dört bir yanında bu sorumluluğu taşıyan, umutla ve sabırla bir şeyler için çaba harcayan, vazgeçmeyen bir sürü ‘Çalıkuşu’ var, bunları bulup çıkarmalı, bizlere umut aşılamalı… Dante’ın dediği gibi: “Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır…”
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 2 Mart 2025
YORUMLAR