Konuk Yazar: Jozef Naseh/Arkeolog…
1950 yılları ve sonrası, Antakya’nın kent çekirdeği; köprübaşı, Dört Ayak Mahallesi (şimdiki Savon Oteli’nin bulunduğu alan) ve Bideyvi Mahallesi (şimdiki Şükrü Güçlü Köprüsü’nün bulunduğu alan/ eski adı dervişli ) arasında idi. En uzun cadde de, antik eksen üzerine kurulmuş olan Kurtuluş Caddesi idi.
Köprü başının karşı tarafında, antik kentin ekonomik yükünün bir kısmını karşı tarafa taşımak amacıyla; eski Arkeoloji Müzesi, Ziraat Bankası, eski belediye binası, PTT (eski mezarlık yeri ) ve Gündüz Sineması, sinemanın hemen bitişiğindeki Adalı Konağı ve konağın bitişiğinde Kız Meslek Lisesi (şimdi yıkılan Antakya Oteli’nin yeri), bu yapıların arka tarafında Asi Nehri’ne bakan kısmında belediyenin kesimhanesi vardı. Atatürk Caddesi’nin Vali Ülgen Bulvarı’na gelmeden, Beş Evler vardı. Hemen onun arkasında Gazhane vardı. Akiş Fabrikası kurulduktan sonra, personelin ve işçilerin barınma gereksinmelerini karşılamak amacıyla, AK Evler (stadyumun karşı tarafı ) yapıldı. Eski Arkeoloji Müzesinin yanında Valinin evi, hemen yakınında Halk Evleri (şimdi Sağlık Müdürlüğü olarak kullanılıyor ) ve hemen karşı tarafında Erkek Sanat Okulu vardı. O zamanlar buradan mezun olan bir öğrenci, teknik bir üniversiteden mezunmuş gibi algılanırdı. Cumhuriyet Caddesi’nin bitim noktasında ise gurur duyduğumuz Antakya Lisesi vardı.
Bu yerleşim alanların ulaşım yollarının tümü köprü başına çıkardı. Köprü başı, aynı zamanda çevre ilçeler ve yurt dışı ulaşımı sağlayan bir merkezdi. Şimdiki Vakıf İşhanı’nın bulunduğu alanın bir kısmında Ankara Garajı vardı! Bu garajdan İskenderun-Adana aktarmalı Ankara seferi, Halep ve Lazkiye üzerinden deniz yolu ile Beyrut’a seferler düzenlenirdi. Bu garajın hemen arkasında, dübeş kemalin kahvehanesi, garajın karşısında Hüseyin İçten’in (lakabı Halepli ) tatlıcı dükkanı ve hemen yakınında Abdullah Kımri’nin (Önay) lokantası vardı. Hemen ilerisinde Atahan Oteli. Garajın hemen yakınında da halk sineması (eski bir Mevlevihane, sonradan Şah Sineması adını aldı).Yani Ankara garajı, gelen ve giden varlıksal yolcunun sosyal ve kültürel bütün gereksinmelerini karşıladığı merkezi bir alandı.
Bir de, halkın ve esnafın gereksinmelerini karşılayan bir garaj daha vardı. Urfalı Garajı. Hamit Urfalı (?) ve ortaklarına ait bir garajdı. İstiklal Caddesi’nde bulunan İş Bankası’nın tam karşısındaydı.
Genellikle esnaf ve zanaatkarların, ürünlerini şehir dışına, ilçe ve köylere ulaştırmak amacıyla kullandıkları bir garajdı. Garajın içinde birde otel vardı.
Köylerden şehre ulaşım, kamyon motoru kullanılarak otobüse çevrilen ve posta ismi verilen araçlarla sağlanırdı. Bu araçlar, genellikle kırsal alan aristokrat yapıya sahip olan ailelerin yönetimi ve denetimi altında idi. Bu yüzden, kırsal alandan kentsel alana taşınacak ürünlerin miktarına ve yolcuların sayısına son karar vericiler onlar olurdu.
Bu yapının Antakya merkezinde, ekonomik işbirlikçileri vardı. Dolayısıyla düzenledikleri yolculuğun son varış noktasını, bu işbirlikçilerin uygun gördükleri yerlere yaparlardı. O zamanlar en uygun nokta, sebze meyve hali ve buğday pazarı civarları idi.
Posta arabasına sahip olmayan kırsal alan yerleşkeleri, taşıma ve ulaşım işini konvoy halinde, at veya eşek ile sağlarlardı.
Antakya da varlıklı beş on ailenin dışında özel taşıma aracı olan kimse yoktu.
O zamanlar sürücü belgesini Antakya Belediyesi verirdi. Usum beni yanıltmıyorsa, Sahir Çinçin Bey’in annesi, ilk araba kullanan kadındı. Daha sonra, 1963 yılında Dr. Seza Melek Hanım kullanmaya başladı. Bu konudaki bilgilerim net değil. Diğer kesim, ulaşımını yaya olarak yapardı. Yük taşıma işi, bir iki kamyonetin dışında, genelde el veya at arabası ile yapılırdı.
O zamanların Antakya’sında toplu taşıma araçları da yoktu.
İlk toplu taşıma aracı, 1950 yılında, Abdülkerim ve kardeşi Dr. Macit Çinçin tarafından yaptırılan, Antakya’nın ilk mühendisi Rasim Gali tarafından planlanan ve kontrolü yapılan, Antakya’nın ilk toplu konut projesi de olan ‘Yüz Evler’in (şimdiki Saadet Grant Oteli’nin arka tarafları) yapılmasından sonra hayata geçti.
O zamanlar şehir dışı sayılan bu toplu konut alanına yaya olarak ulaşım çok zordu. Buraya ulaşımı kolaylaştırmak amacıyla, mülk sahibi Abdülkerim Çinçin tarafından kamyondan bozulmuş bir otobüs yapıldı. Her saat başı Yüz Evler ve köprü başı arasında servis yapardı. Halk dilinde bu otobüse, Abdülkerim Bey’in soyadından dolayı ‘ÇİNÇİN’ denmeye başlandı. Bir de fazla süratli olmadığından dolayı, ‘kağnı gibi yavaş yavaş yürüyor’ anlamında .. Çin…! Çin…! denirdi.
Kentin elektrik gereksinimi, Armutlu Mahallesi’nin dört yol kavşağında bulunan petrol istasyonunun hemen arkasında yer alan elektrik üretim tesisi ile Harbiye Hidro Tesisleri’nin bulunduğu alanın hemen önünde bulunan göletin sonunda kurulan bir santralle sağlanıyordu.
Su gereksinimi, Asi Nehri kıyılarında bulunan, görevlerini tamamlamış birkaç su değirmeni dışında, evlerde bulunan su kuyularından sağlanırdı. Bu kuyular, ayni zamanda bir nevi buzdolabı görevi de görürdü. Yiyeceklerin tazeliğini korumak veya ertesi güne saklamak amacıyla, hasırdan yapılmış, kapağı olan bir sepetin içine konur ve sepet bir iple bağlanarak kuyunun içine sarkıtılırdı. Kuyunun içindeki nem oranı, yiyeceklerin bir veya iki gün tazeliğini koruması için yeterliydi.
Bu sistemlerin dışında, Zugaybe ve Masura olmak üzere, iki merkezi su dağıtım sistemi daha vardı. Zugaybe su dağıtım sistemi, 1914 yılında Türkmenzade Ahmet Bey’in öncülüğü ile kurulmuştur. Şehrin 3km güneyinden imece yöntemi getirilen su , önce Şirince Mahallesi’nde yapılan büyükçe bir depoda toplanmış, daha sonra şehrin çeşitli yerlerine yapılan 8 depoya aktarılmış ve bu depolardan, 1922 yılında tamamlanan 27 ayrı çeşmeye aktarılmıştır. Zugaybe suyunu şehre aktaran kanallarda, zamanla heyelan yüzünden çökmeler olmuş, bu yüzden yapılan çeşmelere su ulaştırılamamıştır. Daha sonraları, belediyenin girişimi ile bu çeşmelerin bazılarına şehir suyu bağlanmış, tekrar eski işlevlerine kavuşturulmuştur.
1929 yılında yapılan yeni kent planlaması ile şehrin nüfusu artmış, artan nüfus karşısında Zugaybe kaynağından gelen su ise kentin gereksinimini karşılayamaz duruma gelmiştir. Bunun üzerine dönemin Belediye Başkanı Halefzade Süreyya Bey, Harbiye’de bulunan su kaynaklarının Antakya’ya ulaştırılması için çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalar sonucunda, su ulaşım hattı işini Fransız sermayeli bir şirkete vermiştir. Böylece, Harbiye’den Antakya’ya su getirme işini Romalılardan sonra Halefzade Süreyya Bey başarmıştır.
İlerleyen zaman dilimi içinde belediyenin yetersiz olan mali kaynakları, Fransız şirkete olan borcunu karşılayamadığından, yeni ödeme seçenekleri arayışı içine girilmiştir. Bu seçenekler arsında, suyun işletme hakkının Fransız şirkete verilmesi veya işletmenin belediye tarafından yapılıp, hisseler şeklinde halka satılarak Fransız şirkete olan borcun karşılanması vardı. Halefzade Süreyya Bey, halkın çıkarını düşünerek, işletmenin belediye tarafından yapılmasını uygun bulmuştur. Su, masura ölçüsü kullanılarak satılmaya başlanmıştır. Böylece ilk kez olarak evlere su şebekesi bağlanmıştır. Hatırladığım kadarıyla, bizim evdeki masuramız, yıllık 500 tona kadar ücretsiz su kullanma hakkına sahipti. Sonradan Hatsu kurulunca , bu hakkımız iptal edildi!İnsanın, geçmişte yaşadığı öyle güzel anıları var ki, bunları anımsayıp düşündüğünde iç geçirip bir daha yaşamak ister.
Bu olanaklı mı? Değil tabi ! Çünkü zaman bizi beklemez. Kendi yolunda akıp gider.
Bu anılarımı, sizlere, mutlu yaşanmışlıkların belleksel bir geri dönüşümü olarak ‘Yaşam sonrası yaşam öyküsü olsun’ diye aktarmak istedim. Yaşanmışlıklara katkısı olanlara selam, yaşanacaklara da armağan olsun.
Sağlıcakla kalın.