Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

 Geçmişten Bugüne, Gücü Yeten Zorbanın Zorbalığı

 

 Atilla, bir Hun imparatorudur. Ancak bizim tarih kitapları Atilla’nın Hunların başına geçmiş bir Türk olduğunu övünçle yazarlar. Batılılar uydurmuş da biz onlardan mı ithal etmişizdir Atilla’nın Türklüğünü; yoksa biz mi sahip çıkarak inandırmışızdır Batı’yı Atilla’nın Hunları yöneten bir Türk olduğuna, doğrusu bilmiyorum. Ama bildiğim ve emin olduğum tek gerçek, yıllardır birlikte yaşadığım her Fransız vatandaşının ve her Batılının bilinçaltında Türk sözünün önce Atilla’yı çağrıştırdığıdır. Atilla deyince de Avrupa’yı kasıp kavuran, yangın yerine çeviren bir yağmacı barbarı anımsarlar.

 

Nitekim bizdeki tarih kitaplarının “ordu”, Fransa’dakilerin “güruh” ya da “çapulcu sürüsü” anlamına gelen “Hordes” sözcüğüyle andığı Atilla’nın yağmacı kuvvetleri Paris kapılarına dayandığında takvimler 451 yılını gösteriyordu. Başkent yarı yarıya boşalmış, ahali menkul değerlerini yüklenip kaçmıştı.  Avrupa’yı yakıp yıkan Atilla, Paris’e tereyağına giren kılıç gibi girip çıkabilirdi, ama bir süre sonra kuşatmayı kaldırıp gitti. Sonradan azize ve Paris’in koruyucusu ilan edilen Genéviève, varsıllığı, dindarlığı ve 29 yaşına karşın bakireliğiyle tanınan bir rahibe/hanımdı. Resmi mucize tarihi, zaten Bakire Genéviève diye anılan soylu kadının iki gün, iki gece duaya durup Tanrı’ya yakarışlarıyla Atilla’nın Paris’i istilasını önlediğini anlatır. St Genéviéve’in bir heykeli bugün Paris’teki Tournelle köprüsünün üstünde bulunmaktadır.

 

Tarihte pek çok devlet kurmuş, hukuk düzeni oturtmuş, yerleşik uygarlık yaratmış Türk boyları vardır. Yaşadığımız çağda Türkçü tanımına parmak kaldıran bir kesimin, üstelik Hun İmparatorluğu diye bilinen, ömrü zaten devlet olmaya yetmeyen, yağma ve talandan başka hiçbir becerisi olmayan göçebe haramilerin önderi Atilla’yı rol modeli olarak yüceltmesi; ancak zorbalık eğilimiyle açıklanabilir.

 

Macaristan’da barbar Kral Rugas’ın yerine geçen Atilla’nın ilk işi, öz kardeşi ve rakibi Bleda’yı temizlemek olmuştur. Çevresine akın akın toplanan harami ordusuyla Balkanlar’a saldırmış, haraç veren topluluklara dokunmayıp haraç vermeyi kabul etmeyen halkları yağmalamıştır. Örneğin Doğu Roma’nın imparatoru II. Theodosius’tan iki kez haraç alıp Konstantinopolis’in yönetimindeki Balkan topraklarına ilişmemiştir. 50 bin (Birçok kaynakta bu sayı 500 bine kadar çıkmaktadır) askerden oluşan Hun ordusu ile, Paris yolunda bulunan Metz kentini yağmalamış, haraç ödeyen Troyes kentini rahat bırakmıştır. İtalya’da Aquilleo, Milano, Podova bölgelerini talan edip Papa Birinci Leo’nun verdiği haracı cebe atınca, Macaristan’daki inine dönmüş, döner dönmez ölmüş, öldükten hemen sonra da kurduğu sözümona imparatorluk darmadağın olmuştur. Daha sonra da, Avrupa’da “Rönesans-yeniden doğuş, yeniden ışık” adını alacak olan bir dönem başlamıştır.

 

AVRUPA’DAKİ “RÖNESANS VE AYDINLANMA” DÖNEMİ

 

Avrupa Hun İmparatoru Attila, 453 ilkbaharında öldüğünde “Batı Roma” Türk boyunduruğu altına alınmıştı. 1453 ilkbaharına gelindiğindeyse “Doğu Roma” tarihe karıştı. Roma’nın son başkenti İstanbul Türklerin olmuştu. Eski dünya toprakları Orta Çağ boyunca Türk soylu hükumdarların elinde şekillendi. Türkler, Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya uzanan devasa bir kara parçasını kontrolleri altına aldılar. Orta Çağ bir anlamda, Asya’nın derinliklerinden çıkan bu atlı savaşçıların çağı olmuştu. Türkler tarafından başlatılan ve yine onlar tarafından son verilen bir çağ…

 

450 yılları İtalya’da başlayan, sonradan “Rönesans-yeniden doğuş, yeniden ışık” adını alacak olan bir değişim Avrupa’ya yayılıyordu. Ortaçağın temel kültürü olan Katolik kilisesinin hegemonyası sorgulanıyor, sonra da çatlamaya başlıyordu. Vatikan ve papalık, öğretisini “engizisyon mahkemeleri ve aforoz” ile baskı yoluyla sürdürürken, özgür düşünce yanlıları karşı çıkıyor, yeni bir kültür ortamı gelişiyordu. Eğitim dili olan Latince yerine yerel diller kullanılmaya başlanıyordu.

 

1450 yıllarında Avrupa’da 50’den fazla üniversite vardı. İtalya´nın Bologna şehir´inde kurulan ilk üniversitede (1190 yılı) ve birçok Avrupa kentinde açılan üniversitelerde matematik, tıp, hukuk, felsefe eğitimi yapılıyor, teokratik eğitim yerini laik eğitime bırakıyordu. Ünlü Galile, Pisa Üniversitesi’nde matematik profesörüydü. Kopernik astronomisi yolunda “dünyanın güneş çevresinde döndüğünü” açıkladığı için engizisyonda yargılanmıştı.

 

Ama ne yapılırsa yapılsın, “teokratik dönem” bitiyor, “hümanizma” Avrupa’ya yayılıyordu. “Hümanizma”, özgür insan aklının, özgür insan iradesinin dünya yaşamına, bilimlere ve sanata egemen olmasıydı. Gutenberg tarafından hareketli baskı sistemiyle matbaanın ortaya çıkması, birçok kitabın elyazmasından baskıya geçmesine yol açmış, pek çok kitap basılarak kültür yaşamına girmişti.

 

Bu gelişmeler bütünüyle dikkate alındığı zaman, Avrupa’nın “dünya yaşamının insan aklıyla, insan iradesiyle yürütülmesi” olan Aydınlanma’nın ne önemli bir insanlık devrimi olduğu anlaşılacaktır. Rönesans sanatı insanı yeniden keşfetmiş, kiliselerden çıkan sanat yapıtları günlük yaşama uzanarak kendini yeniden yaratmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in İtalyan ressam Bellini’ye yaptırdığı portresi, Rönesansın etkilerinin bir örneğidir. Avrupa’daki bu “Rönesans ve Aydınlanma” değişimi sonraki yıllarda da sürecek, 1792 yılında Büyük Fransız İhtilali’ne ve Cumhuriyetçi demokrasilerin oluşumlarına yol açacaktır.

 

YA OSMANLI İMPARATORLUĞU ?

 

Osmanlı İmparatorluğu bu gelişmelerden habersiz değildi. Ancak dini kullanan çevrelerin, softaların, yobazların her yeniliğe “kâfir icadı” diye karşı çıkmaları, “din elden gidiyor” diye askeri ve halkı tahrik etmeleri sonucu olarak hiçbir yenilik hareketi yapılamadı. Yeniliklere niyetlenen padişahları “dinsiz” diye damgaladılar, bu işlere girişen vezirler, bu çevrelerin “istemezük” isyanları ile idamlara sürüklendi. Varsın Osmanlı çok zeki ve akıllı kimselerle hızlı biçimde ilerlemesin ve gelişmesin; yeter ki – gücün güce yettiği – kendi rejimleri sürsün! Önemli olan Osmanlının ve toplumun gelişmesi ve kalkınması değil, saltanatlarının “bekası”!

 

Felsefede Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke, Rene Decartes, Spinoza gibi isimler dünyayı algılamak için çaba sarf edip, birlikte yaşamanın kurallarını kurarken, biz çoktan felsefecileri zındık ilan etmiş, felsefe ile de uğraşmayı yasaklamıştık. Batı’nın bilimi kurumlarda (üniversitelerde) üretmeye başlamasıyla İslâm’ın bireysel bilme girişimini bile engellemesi aynı yüzyılda gerçekleşti. 13. Yüzyıl, aynı zamanda bir İslâm imparatorluğu olan, bilimi, felsefeyi ve düşünmeyi aklın din dışı faaliyeti olarak gören Osmanlı’nın Gazâlî teolojisini devraldığı dönemdir. Her soruya bir yanıtı, her şeye bir açıklaması olan kutsal kitap orada dururken düşünmek, araştırmak gibi yorucu etkinliklere, insan aklını karıştıran fikirlere ihtiyaç yoktur.

 

Osmanlı ülkesine matbaa 1730’lara kadar giremedi. Macar asıllı İbrahim Müteferrika matbaa kurdu ise de ancak Kuran basımının yasaklanması koşulu ile kitap basabildi. Müslümanların kutsal kitabı olan “Kuran”, sadece Arapçası okunarak ibadete girebildi. Türkçeye çevrilmesi, Atatürk’ün önerisi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla, Avrupa’dan 400 yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu yüzyıllar süren gecikme, “Yenilenme-Özgürleşme-Akılcılaşma” sürecini Osmanlı İmparatorluğu’na sokmamıştır. Batı ile arasındaki açığı kapatma iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyet, bu yüz yılını bilim bilgisini anlama çabasıyla geçirdi. Bu süreç, ancak Atatürk Cumhuriyeti ile ulusal kültürümüze girebilmiş, “Rönesans ve Aydınlanma” yeni kültürün temeli olmuştur. Düşünce dünyamızda uygarlık işçisi olark bilinen Server Tanilli’nin aydınlanmacı bilgeliği, ataklığı, direngenliğiyle, Atatürk’ün yaktığı meşalesini bir saniye olsun elinden bırakmadan, toplumu aydınlatma görevini yerine getirmiştir. Yazdığı onlarca düşünce kitabı, o meşaleden beyinlere hangi kıvılcımların sıçradığını gösteriyor:

 

İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?   Devlet ve Demokrasi   Nasıl bir eğitim istiyoruz?  Nasıl bir demokrasi istiyoruz?  Yüzyılların Gerçeği ve Mirası,  Yaratıcı aklın sentezi  Değişimin Diyalektiği ve Devrim  Voltaire ve Aydınlanma  Diderot  Çağdaşımız Victor Hugo • İslam çağımıza yanıt verebilir mi? 

 

Ancak, tam yol alıyoruz derken biz yine gücün güce yettiği başa döndük.

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’İNDE DE DEĞİŞMİŞMEYEN GÜCÜN GÜCE YETTİĞİ SİSTEM

 

Hiçbir Türk devlet ve toplum yapısında, gözeneksiz sınıflaşmalar olmamıştır. Evet, sınıflar vardır, ancak birleşik kaplar sistemi içinde alışveriştedirler. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, en alt sınıflardan yola çıkıp en üst rütbelere erişilebilir; en üst rütbelerden en aşağılara düşülebilir, bir günde paşalık alınır, bir günde verilir, iki saatte servet sahibi olunur, iki saatte yitirilir, bu arada ve özellikle Osmanlı’da kelle de gidebilir!… Yavuz Sultan Selim, doğal yollardan iktidara gelmedi. Fatih Sultan Mehmet ile babası arasında da problem vardı. Modernleşme dönemlerine kadar, bütün padişahlar, öz be öz kardeşlerine kıydı. Her birinin iktidar sahibi olarak hüküm sürmesi, Attilla’nın yaptığı kardeşlerini öldürtmesi sayesindeydi. Gerekçe de bulmuşlardı: Devlet-i ebed müddet (sonsuza kadar sürecek “türk devleti”).

 

Gücün güce yettiği, hakkın güç tarafından belirlendiği bu sistem, Türkiye Cumhuriyeti’nde değişmiş midir? Hayır. Hiç yoktan var olanlarla, çok varken hiç olanların halef selefliğine çok alışık ve idmanlı bir ülkedir, Türkiye.

 

Bozkır belleğinde taşıdığımız ve kuşaktan kuşağa aktardığımız ikinci kural ise “güçlü haklıdır” prensibinin kabulüne sıkı sıkıya bağlı, içgüdüsel bir yaklaşımdır: Gücü yeten zorbanın zorbalığı, saygındır!

 

Asıl yüzümüz güçle tanıştıktan, o bizi iktidarı için kullanışlı görüp sunduğu imkanlarla başımızı döndürdüğünde ortaya çıkar. Varlığımız ve ruhumuz güç tarafından çalınıyor, koltuk kaybetme korkusu ruhumuzu kaplıyor. Güçle girdiğimiz ilişki bizi onu eleştiremez duruma getiriyor.

 

Bu zorbalık eğilimi, bal tutan parmağını yalar diye başlayıp suyun başını tutanın en çok içmesini, iktidarı ele geçirenin yurdu talan edip halkı soymasını ve daha pek çok yolsuzluğu, ahlaksızlığı normalleştiriyor. Toplumun topluma karşı işlenen suç, haksızlık, baskı ve zulmü “tepedeki tepeler mantığıyla mazur görmesini sağlıyor.

 

Bilindiği gibi,Türkiye’de bir “darbeci gelenek” vardı. İç hizmet kanunun 35. Maddesinde de belirtildiği gibi Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini üstlenmiş ordu içinde çalışıyordu. Ak Parti iktidara geldiğinde bu geleneğin hamleleri oldu. Sırasıyla; önce orduyu, sonra yargı ile FETÖ’yü kullanarak Ergenekon, Balyoz vs operasyonları bu geleneği tasfiyeye yönelik çabalardı. Bir akşam CNN Türk’teki bir programda AKP Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcısı ünvanını taşıyan Emre Cemil Ayvalı isimli bir kişi, “kumpas” tartışmalarının hızlandığı bir anda şöyle bir cümle kullanmıştı:

 

“FETÖ ile AK Parti bürokraside geçmişte kol kola girdiyse, bunu da farklı darbecileri tasfiye etmek için yaptı.”

 

“Bir tarafta, çok açık söylüyorum, darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta FETÖ vardı, bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldık.”

 

Birilerini tasfiye için” FETÖ ile iş birliğinin itirafı idi bu.

 

Türkiye, 18-19 Mart’tan bu yana yeniden Ergenekon, Balyoz vs operasyonlarına benzer bir tasfiyeye süreci yaşıyor. Yargı üzerinden geliştirilen böyle hamleyi “siyasi” nitelikli okumak için siyaset alfabesi bilmeye gerek yok.  Son 5 ayda siyasette yaşanan gelişmeler iktidarın iki temel hedefi olduğunu gösteriyor: i-) Ekrem İmamoğlu’nu tasfiye edip cumhurbaşkanlığı adaylığını engellemek; ii-) Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dördüncü kez aday olmasını sağlamak.

 

İktidar ortağı MHP’nin hukuk ve adalet tabanlı ikazlarına rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan oralı olmamayı tercih ediyor. Hem rakibini hem de CHP partisini geriletmek hedefinden asla geri durmuyor. Şu anda – başta 15,5 milyon tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilen İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun olduğu – iddianamesi yazılmamış yüzlerce kişi şafak baskınları ile der-dest edilmiş ve cezaevine konulmuş durumda.

 

Halen bir yandan tutuklamalar, bir yandan iktidar medyasının suçlama kampanyası devam ediyor, bir yandan iddianame beklentisi yükseliyor ve bir yandan da Özgür Özel’in olayı derin bir hesaplaşma niteliğine büründürme istikametindeki hamlelerine tanık olunuyor. Șu ana kadar yaptığı ve yüzbinlerce insanla buluştuğu 50 mitingde de insanların gözünün içine bakarak “İmamoğlu’na yönelik suçlamaların içinin boş olduğu”nu seslendiriyor.

 

Soru şu: Ne zaman iktidar içinden birisi çıkıp da ülkenin bir “Kumpas” ile karşı karşıya bulunduğunu açıklayacak?

 

Yoksa Ekrem İmamoğlu’nu ebediyyen devre dışı bırakmak için “Kumpassa kumpas” yaklaşımı mı tercih edilecek?

 

Bir kere Erdoğan “ahtapot – suç örgütü” ifadeleriyle bir anlamda davaları sahiplenmiş oldu.

 

Toplumsal piramitte yukarıdan aşağı yayılan zorbalık, elbette ki assırlardır Atilla’lı yanlış rol modelleriyle başlayıp süren bir kültür, daha doğrusu bir cehalet birikimi.

 

Tarihsel, siyasi, toplumsal otoriter birikim kırılmaz çekirdeğe dönüşmüş, ülkenin zaten az olan entelektüel gücü yok edilmiş, doğal kaynakları tüketilmiş, kamusal müzakere alanı boğulmuş, siyaset çözüm yeri olmaktan çıkmış durumda.

 

Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov, “Zorbalığın imhası” öyküsünde; zorbadan kurtulmaya ancak içimizdeki zorbayı öldürmekle başlayabileceğimizi belirtir.

 

Her kişi kodların dışına çıkıp zihinsel sıçramasını yapmadan, bu sıçramaya rehberlik edecek entelektüel güç öne çıkmadan, bu sıçramayı destekleyecek sınıfsal güç olmadan değişim hayal.

 

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

Bordeaux, Cuma 29 Ağustos 2025

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER