Görememek, gözlerini kapatmak yahut bir engel olarak körlüğün yanına, görme eylemini hiç tadamamanın sonucu bu duyunun bir nesil sonra tamamen yitirilişini de eklemek gerekebilir ileriki zamanlarda. Görmek doğal ve istemsiz olduğu kadar bir arzu, bir merak, bir ilgi eylemidir çünkü. Daha iyi görebilmek için yaklaşılabilir, daha geniş görebilmek için uzaklaşılabilir; görmek istememek ise bir akıl oyunudur; bir tercih, bir ret mekanizması olarak da işler/işletilir. Gözlerini yumanların, yumulmasına izin verenlerin bambaşka hesapları vardır. Görmeyi istemediği şeyleri unutur(ulur) ve onların yerine hayal ettiği, kurgu bir dünya oturtur(ulur). Başta romantizm, hatta saflık/temizlik derecesinde iyi niyet taşıdığı düşünebilecek bu tavır aslında tamamen muhafazakârlıkla ilintilidir. Böyle travmatik bir kör, gözlerinin olmadığına, onların bir hastalık çukurundan ibaret yaradılış hatası diye adlandırılması gerektiğine inanır. Gözü olanın, görenin tedavi edilmesi kaçınılmazdır. Tedavi ise bellidir: Gözlerinin çıkartılması.
Bu tür körler, gören birini alayla karşılayacak, onu cehaletle, delilikle suçlayacaklardır. Gerçeğin yeniden tanımlanmasının aralarında kimseye faydası yoktur ve zaten gerçek tanımlanamaz; onlara göre gerçek hissedildiği, mistik öğeler barındırdığı ölçüde geçerlidir. Maddesel bir karşılığının olması onu var etmez. Görmedikçe geliştirdiklerini savundukları diğer duyuları, inançlarıyla hayatta kalmayı başarabilmişlerdir – yeni bir gerçek tanımı onlar için lüzumsuz, tehlikeli, günah ve haramdır.
Kör, görmediği için mutsuz değildir. Gören, körler görmediği için mutsuzdur. Bu çetrefil, sosyolojik bir çatışmanın fitilini ateşler hep: Müdahale hakkının nereden edinildiği ve sonuçlarına birilerinin katlanıp katlanmayacağı. Sürekli gerçeğin yeniden tanımlanması tartışılacak ve her iki taraf da kendi düzenini sürdürmek, kalıcılığını görüşte kanıtlamak uğraşı verecektir: Aydınlanmanın ütopyasında liderliğini ilan eden ile karanlığa gömülmenin zavallılığında cahilliğiyle övünenin kapışması.
***
İngiliz yazarı Herbert George Wells (1866 – 1946) bilimkurgu hayranlarının, özellikle de klasik severlerin çok iyi bildikleri bir isim. Yazarın “Körler Ülkesi” (Çeviren : Evrim Öncül, Yayın evi : Kolektif Kitap, 2015) eseri, romandan çok uzun bir hikaye; yıllardır dünyayla hiçbir bağı kalmamış, çağdaş insandan mesafeli, bir vadiye gömülmüş tuhaf bir kabilenin ve rastlantı sonucu oraya düşen şehirli bir dağcı Nunez’in ilişkisi üzerine yazılmış, çarpıcı bir kitap. Kabile nesillerdir kör, gözleri körelmiş/sonuçta da tüm yaşam koşulları, inançlar, sabitler körlük üzerine inşa edilmiş. Çocuklardan yaşlılara kadar vadide yaşayan herkesin kör olduğu bir ülkede “Körler Ülkesinde Tek Gözlü İnsan, Kraldır” düşüncesiyle hareket eden dağcı Nunez görmenin erdemi, zevkleriyle bütünleşmiş.
Bu biz insanların kendimizden zayıf olanı ezmek isteme güdüsünün çok güzel bir aktarımı olmuş. Nunez’in köylülere hükmetme çabasına girmesi, yazarın kendi çağında olduğu kadar, bizim çağımıza da seslenişini çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: Güçlü olanın zayıfı ezmesi… Geçmişten günümüze güçlü olanın zayıf olana hükmedeceği algısı sanırım hiçbir zaman değişmemiş, gelecekte de farklı bir durum beklemek biraz saflık olur. İnsanlık var oldukça, bu da bizimle beraber var olacak. Peki, Körler Ülkesi vatandaşları için durum nasıl? İnsanlar görmenin ne demek olduğunu bilmemek gibi, kör olduklarının farkında da değiller. Onlar körlük diye bir olmadığını savunurlar. Hiçbir zaman sahibi olmadıkları bir olguyu haliyle bilmiyorlar, ama kavramak için de herhangi bir girişimde bulunmuyorlar. Üstelik sadece kendi doğruları var ve bu doğrulardan başka duydukları her şey kendileri için deli saçmasından ibaret. “Cahile laf anlatmak deliye hendek atlatmaktan daha zordur.” sözü zannedersem cuk oturur. Sadece kendi doğrularının var olduğuna inanan bir toplum var Nunez’in karşısında. Onlar körlük diye bir olmadığını savunurlar. Bu Nunez’in uydurduğu saçma bir kelimedir. Nunez, işe yaramaz biridir. Yürümeyi bile bilmeyen bir yaratılış ucubesidir. Nunez, gördüğü için onlardan üstün olduğunu sansa da hisleri, duyuları o kadar gelişmiştir ki Nunez onlara ayak uyduramaz. Şıfacı Nunez’in hastalığının gözlerinin fazla kabarık olmasına ve göz kapaklarının açılıp kapanmasına bağlar, gözleri ameliyatla alınırsa Nunez, normal bir insan olacaktır… Nunez yenilgiyi kabul eder. Kör olmaktansa kaçmayı tercih eder….
Kendi gerçekliğimize ne kadar inanır ve bağlanırsak; tek doğru kabul edersek o zaman yaşamı sadece kendi yaşamımızdan ibaret zannetmeye başlarız. Gerçeklik ya da gerçek nedir ? Anlayamadığımız yaşamları yanlışlamaya hakkımız var mı ? Gerçeklik sadece bir algı ve yanılgıdır… Bize anlamsız gelen bir şey başkası için çok anlamlı olabilir… Aslında her şey yaşamı anlamdırmakla ilgilidir… Dünyadaki bütün kargaşaların asıl nedeni de biribirimizi anlamadan, bir diğerinin yaşam tarzına ve inancına saldırı değil midir ? H.G. Wells bilim kurgunun babaları arasında bir yazar olarak bu ayrıtıya kısacık bir öyküde değinmiş. Ama inanın ben, H. G. Wells’in Körler Ülkesi’ni okurken bunun bir bilimkurgu türü ürünü olmadığı hissine kapıldım; bahsedilen vadi çok tanıdık geldi bana. Hadi gerçeği itiraf edeyim: karanlık ile aydınlık arasında debelenen uzaktaki ülkemi düşündüm.
***
Bilirsiniz, kimileri yaşamı bir gündüzgece çelişkisi, aydınlık ile karanlığın karşılıklı birbirleriyle mücadelesi olarak görür. Bu didişmede, insanlar bütün iyilikleri bütün olumlulukları gündüzün tarafına yüklemiştir. Öyle ya! Yaşam aydınlıktır, umuttur, berekettir. Gece ise yokluktur, ölümdür, umutsuzluktur.
Bu durumda gündüz ile gecenin dinmeyen savaşımını iyi ile kötünün savaşımı olarak nitelemek de mümkündür.
Albert Einstein’ın, “Karanlık diye bir şey yoktur. Karanlık ışığın yokluğudur” özdeyişine uygun olarak bir ışık parçası, küçük bir sızıntı aranır. Aydınlığa kavuşacak bir çıkış yolu ilk akla gelendir.
Buradaki anahtar kelime “uyum” dur. Eğer ilk şok atlatıldıktan sonra karanlığa uyum sağlanır ve o ortamı eski aydınlığına kavuşturacak yollar aranmazsa durum fenadır.
Aslında en kötüsü ortamın yıllardır yavaş yavaş karartılmış olmasıdır. Reostalı bir aydınlanma aracıyla yapılabildiği gibi, ışığın feri gittikçe soldurulmaktaysa kişi o karanlığı zaten kabullenmiştir. Artık aydınlığa çıkmayı en azından bir süreliğine düşünemeyecektir bile.
Ülkemizde durum budur. Tencereye atılan kurbağa örneğinin başka bir metaforik anlatımı, ışığın yavaşça ve düzenli olarak kısılmasıyla olanıdır. Ülkemiz insanının siyasi kutuplaşmaya esir düşmüş, görme duyularını yitirmiş, H. G. Wells’in Körler Vadisi’nin karanlığına bir şekilde razı edilmiştir.
Hiçbir oyuncu bu ortamdan çıkış arayan, zorlayan ipucu vermiyor, umut ışığı sunmuyor.
Çıkışı, ezilmesi, geriye itilmesi olarak sanma dalgası, daha doğrusu körlüğü her yere hakim.
Türkiye çok zor bir süreçten geçiyor. Görme duygumuzu kaybedeince demokrasimizi de kaybediyoruz. Artık tehlikenin farkında olmalıyız.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, 29 Ağustos 2023
YORUMLAR