Arapçadan gelen hasbihal teriminin Türkçe sözlükte anlamı, dostça hâlleşme, dertleşme, sohbet, yârenlik anlamlarına geliyor. Bugünkünkü yazımda güncel konuları bir tarafa koyup sizlerle biraz da hasbihal etmeyi istedim.
Öncelikle yazılarımı beğenen-beğenmeyen, takdirkâr veya eleştirel yorum yapan; ama lütfedip okuyan, paylaşan herkese can ı gönülden teşekkür ediyorum. Çünkü bir yazı okunsun diye yazılır. Yorumlardan ilham alarak birkaç hususu arz edeceğim:
Elbette tanıdığım düşünce insanları sever sayarım; içlerinden bir kısmını ve başka bazı bilim ve fikir insanlarını beğenirim. Ama –okurlarımın bilmesini isterim ki- hiçbir zaman şucu-bucu olmadım. Çünkü bir faniye teslim olup kişiliğini onda eritenin, artık insanlığını da eritmiş olacağını düşünürüm. İnsan özgür ve bağımsız olduğu oranda insandır.
Bazı okurlarımın sandığının aksine, hiçbir yazımı siyaset yapma niyetiyle yazmadım, yazmamaya çalışacağım. Çünkü ne siyasetçi ne de siyaset-bilimciyim. Bütün akademik hayatım üniversitelerde matematik konulu dersleri işlemekle geçti. Ama yazılarım çoğunlukla topluma, insana ve ahlaka dairdir; böyle olduğu için siyasileri de ilgilendirmesi doğaldır.
Bazı okuyucularımda oluşan kanaatin aksine, –becerebildiğim kadar- kişileri ve grupları doğrudan konu edinmeyip, uzak ülkemde görebildiğim sosayetal, toplumsal ve ahlâkî meseleler, zihniyetler üzerine yazmaya çalışıyorum; kişileri incitecek bir dil kullanmamaya özen gösteriyorum. Keşke bu bakımdan hepimiz biraz sûfî olabilsek, kalbimizi nefretten arındırabilsek ve insanları değil de yanlışları sevmeyen gönüller sahibi olabilsek!
Gerçekçi olalım, yapacak pek bir şeylerin olmadığını kabul etmem gerek; ülkemiz/dünyamız öyle!, “siyasette bu işler böyle olur, boşuna kafanızı yormayın” diyen bazı okurlarımı anlayabiliyorum. Ancak benim derdim kendi vicdanımla. Ona hesap veriyorum, kendimi kantara vurunca çok utanmamak için kendimce bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Gariplik bir anlamda dert sahibi olmaktır. İnsan adı taşıyarak dertleriyle garipleşir, Hakk’a yakın durur. Garip, ebedi yolculuğunda derdini azık edinir. Derdimiz var. O derdin bir sahibi var. O dert can yakabilir ama sahibinin hatırı var. Onun için “iyilik olsun” diye yaşar insan. İyiliğin sahibi var.
“Kime yazıyorsun bu mektubu: Elinde hiçbir adres yok!” diyor merhum Reyhanlı∕Hatay doğumlu hemşehirlim Cemil Meriç; kâh yazdıklarının anlaşılamaması, kâh muhataplarının kendilerini aşamaması yüzünden… Adresler hep değişmiş (evler yıkılmış, sokaklar kaybolmuş, şehir yok olmuş), muhataplarımız ise kendilerini o kadar aşmışlar ki, mâzinin külleri arasından bir heykel yontmak da artık abesle iştigal. Afazi mantıklar, paçoz tutumlar karmaşasında yine de bir ihtimal, yarınki nesiller arasından hadnaşinas olmayan; değer bilir, terkip kabiliyeti yüksek, güzide ile pespayeyi ayırt edebilecek yani tefrik etme hazinesine (“gerçek” olarak sadece değişmeyeni ve yok olmayanı kabul eden) sahip insanlar çıkacaktır. Rivayete göre, İslâm âleminde “şârih”, Latin dünyasında “commentator” unvanıyla tanınmış, Batı’da
(Averroès) İbn Rüşd, kitapları cayır cayır yakılırken gözyaşlarını tutamayan bir öğrencisine döner ve şöyle
der: “Şayet bu müslümanların durumuna ağlıyorsan, emin ol ki tüm denizler akıttığın gözyaşına
yetmez. Yok eğer yakılan kitaplara ağlıyorsan bil ki bu fikirler kanatlıdır; o kanatlarla uçup sahiplerine
ulaşır…
”Bizim fikirlerin kanatları var mı, birilerine ulaşır mı, bilmiyorum; ama aslında ulaşıp ulaşmayacağıyla hiç
ilgilenmiyorum. Ancak bizi seven, bizi izleyen herkese can ı gönülden teşekkür ediyorum; iyilik, güzellik
ve özgürlüğü çoğaltmak adına yazma azminden asla ödün vermeksizin yaşayacağımı belirtiyor, tüm güzel
insanlara selam ediyorum.
İzlemeye çalıştığım ülkemde olup bitenlerin zihnimde bıraktığı mana ise şu: Her ne kadar son yıllarda Türkiye’de demokrasi, haklar ve özgürlükler siyasal ikbal uğruna ciddi zararlara uğratılıyor ve yöneticilerin kullandıkları dil ve yöntemler geri dönüşü zor hasarlar oluşturuyorsa da, dünyanın farklı noktalarında, farklı duruş ve dünya görüşlerine sahip birçok birey, ülkesi ve insanlık adına olumlu gelişmelere imza atmaktadırlar. İçeride kaotik bir duruma sahip olan Türkiye, her ne kadar giderek kötüleşen bir imaja sahip olsa da, önce kendi toplumu sonra da insanlık için mücadele eden kişilere sahip, önemli bir ülkedir. Bu ülkenin aydınlık, yurtsever insanları, en karanlık zamanlarda dahi susmadı, her türlü baskıya, kıyıma, tehdit ve şantaja karşın direndi, boyun eymedi ve yıllar boyu büyük bir emekle, acılar, tutsaklıklar pahasına “özgürlük yoluna” taş taşımayı sürdürdü… Ve bu güzelim ülke o direnişin, sonunda birlik olmayı başarmanın ilk meyvasını – geçen haftaki seçimde – aldı: Bahar ve güneşi yakaladık! Asla bırakmamak elimizde… Daha işin başındayız ama halk bir kez daha kalktı artık… İyi yönetildiğinde mücizedeler yaratmayı başarmış bu millet, böyle bir zillete bir daha asla boyun eğmeyecektir… Devamını da başaracak, o micizeyi yine yaratacak güce de sahiptir! Yeter ki, ülkemizden çıkan sivil inisiyatiflerin önü kesilmesin ve dinamizmi siyasi hesaplar uğruna baltalanmasın.
Evet, ümidimizi koruyoruz. Türk halkı (son seçimlerde CHP’ye 420 belediyeyi; “çalmadan-çaldırmadan – dürüst ve çok çalışarak yönet” mesajını verdiği gibi) “güzeli ağlatmaz, çirkini söyletmez.” Yeter ki yönetenler, ondaki titreşimleri ve bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalışsınlar. İçleri boşaltılmamış, sulandırılmamış küresel kavramlarla düşünsünler, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üretsinler; Atatürk’çü Aydınlanma’da mıhlanan bir sonluluk değil, sonsuzluk görsünler; düşük yoğunluklu demokrasiyi, eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi, düşünceler ve inançlar cumhuriyeti olarak algılasınlar.
Yeter ki yönetenler, hoşgörünün de ötesinde “öteki benim eşitim” diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikiler ile ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, sövüşme yerine akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik cumhuriyeti amaç edinsinler.
Yeter ki yönetenler, çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ile hukukun ve devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laiklikten ödün vermesinler.
Yeter ki yönetenler, düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine katan, halkına güvenen, yansızlık ve meşruluğunu gözeneklerine değin içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran güçlü bir devlet bilincinde uzlaşsınlar.
Yeter ki yönetenler, özlenen hukuku yaşama geçirmenin önkoşullarını yaratabilmek için, erkler ayrılığı ilkesi doğrultusunda hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü yargı erkinin öbür erklerden bağımsız olmasını değişmez amaç edinsinler.
İşte o zaman, Türk halkının “makûs talih”ini yenebilir; “DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ” ülküsünü gerçekleştirebiliriz.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cumartesi 6 Nisan 2024