Hatay’daki Felaketin Devlet Gücünü Aştığı Konusunda İktidarımız Mutabık Kalmış!

  Sorun çözmesini bilen bir ülke miyiz sizce? Yanıtınız büyük olasılıkla hayır olacaktır. Bir sorun sahibi olmak galiba onurumuza dokunuyor. “Sorun yok” diyoruz önce. Biz “yok” deyince de yok olmuyor sorunlarımız. Bir şeyler Yapmaya çalışıyor ve çalışır gibi yapıyoruz; ama sonunda gene kendimize benzeyerek kalıyoruz. Doğu toplumlarına özgü kaderci, diktatoryal, şekilci ve de biate-itaata alışkın […]

 

Sorun çözmesini bilen bir ülke miyiz sizce? Yanıtınız büyük olasılıkla hayır olacaktır. Bir sorun sahibi olmak galiba onurumuza dokunuyor. “Sorun yok” diyoruz önce. Biz “yok” deyince de yok olmuyor sorunlarımız. Bir şeyler Yapmaya çalışıyor ve çalışır gibi yapıyoruz; ama sonunda gene kendimize benzeyerek kalıyoruz.

Doğu toplumlarına özgü kaderci, diktatoryal, şekilci ve de biate-itaata alışkın bir toplum olmanın sonuçlarına katlanıp her daim Araf’ta kalan, sembollerle büyüyüp insanları etiketleyen bir toplumsal süreçten geçtik, geçiyoruz. Büyük bir acı ve büyük bir doğal afet…. Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birini gördü Antakya/Hatay’mız. Her şey yerle bir olmuş görünümünde… Yıkıntılar… Çöküntüler… Bir kentin topyekûn yok oluşuna şahitlik ediyoruz. Kadim kültürüyle, hatıralarıyla, yaşanmışlıklarıyla, insanı, hayvanı, eşyası, o çocukluğumda tanıdığım kenarı, köşesi, ağacı, dükkanı, tarihi eseri ve hayelleriyle… Sanki kıyamet dördüncü yüzyılın ortalarında patlak vermiş ve buralara kadar gelmişti. Sınır tanımayan bir doğa var. Sınırlar siyasi; doğa ise siyasetin ötesinde öylecene canlı bir şekilde hareket ediyor. Acıyla karışmış sabahın ilk saatlerinde tuzlu bir yağmur, esen her ruzgar ölüm kokuyor… Başlarına felaket gelenler, evleri yıkılanlar, altında kalanlar, canlılar ve cansızlar…

Hangi can yaşarken beklerdi ölümünü? Bile göre çaresiz, kadere, ölüme terkedilmemiz. Hem genelde hem yerelde unutulmuş, kimsenin umru değildik te. Ne yaşayanlar çirkefliğinden utandı. Ne kadere boyun eğmekten uslandı. Tanrılar bir kenti felaketle neden lanetler. Timur mu yanılgıdaydı. Apollon sapık mıydı yoksa. Daphne’yi köreltmeyi düşünen. Zeus babasına sığınan. Yazığı kalmamış tünekler kazınıyor ötemize. Talan içinde insan kalan. İnsan ki tüm canlılara katliam…

Bu ülkede çaresi olan çaresizlikten daha kaç insan ölecek, kaç şehrimiz yok olacak, kaç madenimiz çökecek, kaç ormanımız yanacak?…

Ölen insanları sormamanın kahredici faturası.

“Allah’tan Geldi, İnanıyoruz, Müsluman’ız”

Bizim “felaket” dediğimize Fransızlar “désastre”, Anglosaksonlar “disaster” diyor. Latince, “dis (uzak)” ve “astrum (yıldızlar)” sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş. Antik Yunan çağı inancıyla yıldızlardan uzak düşme yani bahtsız olma durumu ifade eder. Türkçedeki “felaket” ise Arapça ‘felek’ sözcüğünden geliyor. ‘Felek’ de aslında Latince karşılığı gibi, ‘yıldızların döndüğü gökyüzünü’ ifade eden bir semantiğe sahip. Arapça’da astronomie bilimine ‘ilm-ül-felek’ deniyor.

‘Felaket’ veya ‘disaster’ sözcüklerinin her ikisinin de göklerle ilgili olması tesadüf değil. Tarihin büyük bölümünde insanlık, depremi ‘göklerden gelen bir gazap’ olarak gördü. Daha çok da Tanrı’nının veya tanrıların günahlara öfkesi olarak…

1 Kasım 1755’te Lizbon’u yıkan ve bugünkü hesaplalamalarla 8.5-9 arası bir büyüklükte olduğu tahmin edilen depremde, Azizler Bayramı ayini için toplandığı kiliselerde müminlere mezar oldu. Kilise hiyerşisi, yüzyıllardır yaptıği gibi, hemen depremin, dünyadaki günahlar yüzünden meydana geldiğini ilan edecekti. Ancak, aydınlanma Çağı’na giren kıtada bu kez bu açıklamayla başına geleni kabullenmeye hazır olmayacak insanlar vardı artık. Nitekim çok geçmeden sorgulamalar başladı.

“Görün parçalayıp yuttuğu şu yüz binlerce zavallıyı yeryüzünün! Kanlar içinde, parçalanmış ama hâlâ da kalbi çarpan, Çatıları altında gömülü ve tesselli bulmadan göçüp gidenleri Korkunç acılar içinde tüketen içler acısı günlerini! Nefesleri tükenirken o zar zor çıkan haykırışlarına, Ve şu tüten küllerin korkunç görüntüsüne, Diyebilir misiniz bu yasalar, “Sonucudur seçimi gerektiren, İyi ve özgür bir Tanrı’nın özgürce seçtiği ebedi yasaların” Diyebilir misiniz, gördüğünüzde yığınla onca kurbanı: “Bedelidir ölümleri suçlarının, Tanrı öcünü aldı?”

Ünlü Fransız filozof Voltaire (1694-1778) böyle sorgulamıştı: “Yaşanan depreme ve bunca acıya Tanrı’dan diyebilir misiniz?”

267 sene olmuş yazılalı. 267 sene sonra Anayasa’sında laik ve demokratik olduğu yazan bu ülkenin İçişleri Bakanı çıktı ve “Allah’tan geldi, inanıyoruz, Müslüman’ız” dedi.

AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’te bir açıklamasında; “Kahramanmaraş merkezli depremlerin devletlerin gücü ve kapasitesini aşan bir afet olduğu konusunda herkes mutabık kaldı”ğını söyledi!

Herkes! Peki “herkesler” kim? Endonezya mı? Amerika mı? Meksika mı? İtalya mı? Japonya mı?

7.8 büyüklüğündeki deprem Maraş merkezli değil de Kansai merkezli olsaydı, Maluku merkezli olsaydı, Orta İtalya merkezli olsaydı, Michoacan merkezli olsaydı… Japonya’nın, İtalya’nın, Endonezya’nın, Meksika’nın, Amerika’nın eli ayağı birbirine dolanır, deprem bölgesine 48 saat boyunca ulaşamazlar mıydı? Hatay’da can kayıpları 23 bini aşar, büyük yıkımlar mı olurdu? Altı ay sonra yerle bir olmuş Atann emanetinde bir kentin sona kalmayı, ekseik kalmayı yaşar mıydı? Halkının 40 derece kavurucu sıcaklarda aç, susuz yemek su kuyruklarında bekletilir miydi? Altı ay bu kabustan uyanmayı, anlaşılmayi, kendi kadreine bırakılır miydi? Çıkıp “asrın felaketi- böylesi felakete hazırlıklı olmak mümkün değil” diye açıklamalar mı yaparlardı?

Ülkeyi yönetenlerin hepsi siyaset etiği gereği kesinlikle çekip giderdi.

Çekip gitmek bir yana, bizimkiler, şimdi de yazgıcı (fatalist), cebriyyeci bir yaklaşımla “Tanrı’nın takdiri, yazgı” gibi, sadece bilime değil, İslam’a da ters düşen sözlerle ya kendilerini avutuyor ya da bütün sorumluluğu Tanrı’ya yüklüyor.

Depreme dayanmayan binaları Allah mı yapıyor? Çürük binalara Allah mı af çkartıyor? Ölüm tuzağı halindeki kaçak yapılara Allah mı “oturma ruhsatı” veriyor?

Aydılanma çağının gerisine ilk düşüşümüz değil ama en sert düşmüşüz.

“Cennetten Köşe” Sloganıyla “Rentsal Dönüşümler”

Adını koymuşlar ya, Hatay’daki Rönesans Rizidans. “Rönesans” sözcüğünün anlamını acaba biliyiorlar mıydı? Yoksa kulağa hoş geldiği için mi seçtiler? “Homo faber iplus fortunae”. Rönesans’ın özü bu. Latincede “İnsan alınyazısının yaratıcısıdır” anlamına gelir. Ortaçağ karanlığının reddi demektir. Hümanizmin, insan ve insanlık bilincinin yükselişi, matbaanın keşfi; bilginin, kitabın, okumanın yayılışı, fikirlerin dolaşımı, kadercilik ve din temelli hurafelerin iflası, cehaletin yarılışı; Kpernik, Kepler, Galileo ve giderek Newton’la modern bilimin doğuşudur. Evren, doğa kanunlarını sorgulayan seküler görüşün temelidir Rönesans. “Kuşku”nun dogmaya kafa tutması, akılcılığı keşfidir. Düşüncenin merkezine Tanrı yerine insanı koymak suretiyle dünyayı baştan yorumlayan muzzam bir değişim ve dönüşüm dönemidir.

6 Șubat depreminin simgesel enkazının taşıdığı adın “Rönesans” olması, trajik bir ironi. Bin kişiye mezar olduğu söylenen kışla görünümlü yapı zira, Rönesans’ın simgelediği her şeyin zıttı. Ceplerini doldurmak için günahların affı karşılığında “cennet arsa” satan ortaçağdaki soytarı din adamları misali, bu simge yapının simge müteahidi Mehmet Yaşar Coşkun (havaalanında Karadağ’a kaçarken yakalanmıştı) de domino taşları gibi devrilen rezidans bloklarını “cennetten köşe” sloganıyla pazarlamış. 2014’te inşa edilen, 11 katlı binaya bilimle dalga geçerek yalnızca 1.5 metre temel kazmış. Hangi Rönesans? Ne Rönesans’ı? “Ortaçağ Rezidans” olmalıydı adı.

Devlet gibi hareket eden bir parti veya parti gibi hareket eden bir devlet, partizanını ihya, vatandaşını ise hasta eder.

Buna siyasette güç meselesi deniliyor.

Türkiye’de sık yaşanır. Siyasi hayatta, siyasette ne zaman devlet ve şahıs meseleleri, toplum siyaset ilişkilerinin toplumsal siyasetin önüne geçse; iç sorunlar, iç dinamikler ikinci plana düşer. Devlete ve şahsa bağlı endeksli siyaset algısı doğallaşmaya başlar.

“Yetki” denebilecek ne varsa kendi elinde toplayan Cumhurbaşkanı’mız birkaç gün önce Kahramanmaraş’taki deprem konutlarının temel atma törenine uzaktan canlı yayınla katılıyor, vaatlerini sıraladıktan sonra, sözü her zaman olduğu gibi CHP’ye getirip ve şöyle söylüyor:

“CHP ve şürekâsının kentsel dönüşüm projelerine yönelik saldırınının gerisinde iş bilmezlik değil halk düşmanlığı vardır. Bunlar vatandaşa hizmet etmezler, vatandaşın refahını, hayat kalitesini, yaşam standartlarını yükselmesini de istemezler.”

Dinlerken inanın kulaklarıma inanamadım. İnşaat ekonomisini temel yöntem olarak belirliyen AK Parti iktidarı sürecinde, “kentsel dönüşüm” adı altında Diyarbakır’da 137 kişinin hayatını kaybettiği ruhsatsız ve projesiz Hisami ve Dündar appartemanları gibi binlerce “rantsal dönşümler” yapıldı.

Sonuç Olarak…

“Sonuç olarak…” diye bir deyim vardır hani. Biz, “sonuç olarak”, bunca deneyimden sonra, “başlangıca” dönüyoruz; şu noktadan söylüyorum: “biz bize benzeriz” var ya, işte oraya dönüyoruz.

Toplum olarak sembollerden hareket ettiğimiz için sistemleri, fikirleri ve kavramları inceleyip okumadık. Okuduysak da anlamadık. Anladıysak pratiğe yansıtamadık. Semboller aracılığıyla yaşama yön verdik, sembollere göre düşündük. Yine sembollerden hareketle sembolik vatanlar, sembolik devrimler, sembolik dinler, sembolik liderler, sembolik fikirler, sembolik kalıplar yarattık. Badem bıyıklılar/sakalı geçler dinci, gür bıyıklılar ve parkeliler solcu, sarkık bıyıklılar milliyetçi, türbanlılar gerici, mini etekliler moderndir gibi ötekileştirici ve dışlayıcı ayrımlarda bulunup birbirimizi çarmıha gerdik.

Bilinçaltındaki batakhanede, ideolojik semboller aracılığıyla zafere koştuğumuzu iddia ederken çok fena çuvalladık. Hem de çok fena. O kadar dışlayıcı, ötekileştirici ve ideolojik/partizan davrandık ki, gerçek yaşamı, teneke mahallelerde aç, susuz ve perişan bir şekilde yaşayan Mehmet amcaları ve Ayşe teyzeleri, sefaleti, işsizliği, yoksulluğu, acılarımızı, insanlığı, dostluğu, kardeşliği, merhameti neredeyse unuttuk.

Yukarıda ifade edilen düşünceleri gözden geçirirken, kırgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi, kederlerimizi, umutlarımızı, aşklarımızı, tutkularımızı, sevinçlerimizi, kazandıklarımızı, kaybettiklerimizi, benzerliklerimizi ve farklılıklarımızı tekrar düşünmeye başladım. Sorularla dolu, belirsiz ve sisli bir yolculukta, sorunlarla dolu bir düşte, sadece izler kalıyordu yaralardan geriye… Zihnim, zaman ve mekân kavramlarını algılamaya çalıştığında, hüzün ve keder çarpıyor yüreğime. Zihnim geçmişte, sembolik kodlara boğulup kendi kendisini kemiren Türkiye’nin geçmişi bir enkaz halinde…

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

Bordeaux, 14 Ağustos 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Exit mobile version