Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

HUKUK DEVLETİNDEN JÜRİSTOKRASİ DEVLETİNE… 

Yargıtay Başkanı Anayasa Mahkemesi bir ihlal kararı verdiği zaman tüm yargı organlarının bu karara uyması gerektiğini söylüyor. Yargıtay Başkanı “Çünkü ihlalin sonuçlarının giderilmesi de vatandaşlarımızın temel hakkıdır. İhlal kararı giderilmeyen vatandaşlarımızın temel hakkı yeniden ihlal edilmiş olur, bu nedenle ihlal bugün ve yarın özellikle ihlal kararlarının sonuçlarının giderilmesi konusunda çok dikkat kesilmenizi istirham ediyorum ben sizlerden” demesinin üzerinden iki hafta geçmişti ki Anayasa Mahkemesi’nin Tayfun Kahraman için verdiği hak ihlali kararı, İstanbul’daki 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “tanınmadı!”.

Bu aynı mahkemenin Anayasa Mahkemesi kararını tanımam diye bayrak açtığı ilk dava değil. Milletvekili Can Atalay için de benzer bir karar vermişti. Topu Yargıtay’a atmış Yargıtay’ın ilgili dairesi Anayasa Mahkemesi kararını ret etmekle kalmamış, Anayasa Mahkemesi üyeleri için suç duyusunda bulunmuştu…

Yine İstanbul’daki bir alt derece mahkemesi, ısrarla Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarını tanımadı. CHP’nin İstanbul İl kongreleri YSK’nın açık kararıyla yapılabildi ve yerel mahkeme CHP il yönetimine atadığı kayyımların grevde olduğunda ısrar ediyor.

Yüksek Seçim Kurulu’nun kararları Anayasa’ya göre kesin, temyizi mümkün değil. “Ben YSK kararını tanımıyorum” demek, yarın seçim sonuçlarını da tanımıyorum demenin yolunu açıyor.

Mahkemelerin bu tutumu Anayasa’yı yok saydıklarını gösteriyor.

MAHKEMELER ANAYASA’YI TANIMIYOR !

Tuhaf bir durum: Mahkemeler, kendi meşruiyetlerinin kaynağı Anayasa’yı tanımıyorlar! Cumhurbaşkanı’nın tek başına temsil ettiği yürütme organının kontrolündeki HSK da buna sesini çıkarmıyor. Oysa Cumhurbaşkanı’nın da HSK’nın da meşruiyetlerinin kaynağı aynı Anayasa. Ve bu Anayasa, bazı mahkemeler tarafından yürürlükten kaldırılmış durumda!

Çatışma/çekişme sadece ağır ceza mahkemesiyle Anayasa Mahkemesi arasında değil…

Ağır Ceza Mahkemesi kendisini Anayasa Mahkemesi’nden üstün gördü ya…

Asliye Hukuk Mahkemesi de kendisini YSK’nın üstünde gördü…

Eee… Ne olacak sorusuna siyaset kurumu yanıt vermiyor…

Ne var bunda, ağır ceza mahkemesinin de asliye hukuk mahkemesinin de dediği olursa ne olur, sonuçta onlar da mahkeme değil mi diye düşünenler olabilir…

Şu olur : Türkiye hukuk devleti olmaktan çıkar, ülkenin topyekûn bir adliyeye dönüştürülüp, belirli kişi ve kurumların başında yargı kılıcının sallandıdığı bir “Jüristokrasi” devleti olur.

Farkı ne diye sorarsanız kısaca izah etmeye çalışayım… Hukuk devletinde herkes yasalar önünde eşittir. Yasama/yürütme/yargı arasında denge ve denetim mekanizması işler. Temel hak ve özgürlükler gözetilir…

“Jüristokrasi” devletinde ise hukukun yerini yargı kararları alır. Yargının alacağı kararlar çoğu zaman yasaların önüne geçer. Zaman zaman keyfileşir. Özellikle yasama güçsüzleşir, etkisizleşir… Hele hele yargı yürütmenin yörüngesine girerse, cazibesine kapılırsa durum daha da ağırlaşır…

JÜRİSTOKRASİ DEVLETİ/’HAKİMLER DEVLETİ’

Jüristokrasi (Juristocracy), ya da “dikastokrasi”, yargıçlar yönetimi olarak tanımlanan, demokrasiye zıt, oligarşik, milli iradeyi gözardı eden bir yönetim biçimidir. Olgunlaşmamış, oturmamış demokrasilerde sıkça görülen jüristokrasi’de yargı kurumunun başında bulunan kimselerin yorum kabiliyetleri, şahsi içtihatları ön plana çıkar ve yargıçların öznel yorumları ile şekillenen yasalar ile ülke yönetilmeye çalışılır. “Jüristokrasi” halka hesap vermez, siyaseten sorumsuzdur. Bir başka deyişle jüristokrasi, yasama-yürütme-yargı ayrımında yargının diğer kuvvetleri ezici derecede baskın gelerek kendi iktidarını kurmasıdır. Mahkemeler iktidarı denebilecek anti demokratik yönetim biçiminde özellikle Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yasaların Anayasaya uygunluğu konusunda keyfi kararlar alması oldukça sık karşılaşılan bir durumdur.

Türkiye bir ideolojik devlet olarak cari düzenini bürokratik egemenlerin eliyle muhafaza yolunu tercih ettiğinden hukuk bürokrasisi kendisini siyasal iktidarlar karşısında sistemin birer sigortası olarak konumlandırmıştır. Ancak modern dünyaya bakıldığında özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasiye istikrar kazandırmış ülkelerin çoğunda Anayasa Mahkemesi gibi kurumların olmadığını, bir kısmında yargı denetiminin de bulunmadığını biliyoruz. Bizde ise AYM 1961 ihtilali ile birlikte kurulmuştur. Ancak 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’nin 15 asıl üyesinin üçte birinin Parlamento tarafından seçilmesini benimsemişti. O dönemde parlamentonun Anayasa Mahkemes’ne üye seçmesine itiraz eden ve bütün üyelerin yargıçlar tarafından seçilmesini isteyen Anayasa Komisyonu üyelerine Komisyon Başkanı Muammer Aksoy şu cevabı vermişti: “‘Hukuk Devleti’ başkadır, ‘Hakimler Devleti’, ‘jüristokrasi’ başkadır…”

Montesquieu’nun da ifade ettiği gibi yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirlerinin alanlarına müdahale etmeleri yönetimde ve yargıda keyfiliği beraberinde taşıyabilir. Kuvvetler ayrılığı olarak da bilinen prensibin ana amacı, sorumluluk ve yetki sınırlarını aşmaya meyilli olan mutlak iktidarı ve siyasete müdahale edebilecek olan yargıyı keyfiyetten kurtararak sınırlandırmaktır. Ancak yargıda tarafsızlık, yargıçların dünya görüşü, içinde bulundukları siyasal konjonktür ve siyasal yapı gibi birçok farklı değişkene bağlı olduğundan yargı tarafsızlığının uygulamada hayat bulması çok güçtür. Muammer Aksoy Anayasa Mahkemes üyelerinin yargıçlar tarafından seçilmesinin üreteceği tehlikeleri işaret ederek jüristokrasiye dönüşebilecek bir yargıçlar yönetimi düzeninin demokrasi ve hukuk devleti açısından tehlike oluşturacağının sinyallerini 1960’larda vermiştir.

YARGIDA HSK SORUNU

Bu günkü Türkiye’mizde yargı sorunlarının başında Anayasa Mahkemes değil, Hakimler ve Savcılar Kurlu (HSK) gelir. Diğer bir deyişle jüristokrasiye dönüşmüş yargıçlar yönetimi düzeninin baş sorumlusu HSK’dır.

13 üyeli HSK’ya Partili Cumhurbaşkanı dört üye atamaktadır. Adalet Bakanı ile Yardımcısı (müsteşar) da Cumhurbaşkanı’nca atandığı için, toplam 6 üyeyi partili Cumhurbaşkanı belirliyor.

Diğer 7 üyenin hemen tamamını yine partili Cumhurbaşkanı’nın Meclis grubu belirlemektedir.

16 Nisan 2017 tarihinde yasalara aykırı yapılan halk oylaması ile cumhurbaşkanlığı hükümet (CB) sistemi denen ucube sistemi HSK’ya yargı içinden üye seçilmesine son verdi, tamamen siyasi organlarca seçilen bu yapıyı kurdu. Oysa Anayasa Mahkemes, yargıda hizipleşmeye meydan vermemek için tek kişinin tek adaya oy vermesi usulüyle HSK’ya hakim ve savcıların üye seçmesini tavsiye etmişti.

Hayır, iktidar ‘hepsini ben atayacağım’ hırsıyla CB sistemindeki bu düzenlemeyi getirdi. Yasama, yargı ve yürütme erkleri tek kişide toplandı. Bu nedenle yasama, yasama görevini yapamıyor; yargı, yargı görevini Saray’dan gelecek talimata göre yerine getiriyor.

Bunun sonucu olarak yüksek yargı organları birbiri ile üstünlük yarışı yapıyor. Anayasa hükmüne, anayasa mahkemesi sahip çıkmıyor, yargı hukukun üstünlüğüne bağımsızlığına sahip çıkmıyor, meclis yasama gücüne sahip çıkmıyor, yüksek Seçim kurulu kararlarına uymayan, aykırı davranan mahkemelere karşı yargı yoluyla işlem yaptırmıyor. Liyakat adalet umursanmıyor. CHP üzerinde oynanan tiyatro bize izlettiriliyor.

Hele de geçen hafta … Ekrem İmamoğlu hakkında, yaklaşık 150 suçlamayla, 2 bin 352 yıla kadar istenen cezayı… İddianame açıklandıktan sonra İstanbul başsavcılığının CHP’nin kapatılması için Yargıtay başsavcılığına bildirimde bulunduğu haberleriyse tam bir facia. Gerekçe Anayasa’nın 68-69 ve Siyasi Partile Kanunu’nun 101’inci maddesinin ihlali.

İddianamenin PDF’i ortada geziniyor. Biraz inceledim. Daha ilk paragraftan itibaren ‘siyasi’ olduğunu görüyorum. Bunu “Ben siyasi bir metinim” diye iddianame bağıra bağıra söylüyor! İddianame’nin (tek) temel hedefi Ekrem İmamoğlu. Dosyanın daha savcısı ve soruşturması bile yokken Saray’dan CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yönelen, “CHP’yi ele geçirmek” ve Cumhurbaşkanı olmak için “suç örgütü” kurmak, “rüşvet, usulsüzlük ve yolsuzluk çarkını belediyelerin ötesine geçirerek ülke geneline yayılmasını hedefleyen” suçlamalar, iddianamenin özünü oluşturmaktadır. Hatta doğrudan Erdoğan’ın kullandığı “ahtapotun kolları” türünden nitelemeler bile iddianamenin iddiası olmuştur.

Bir siyasetçinin “rüşvet, usulsüzlük, yolsuzluk” yapmak için cumhurbaşkanı olmak istemesi akla, mantığa uygun değil. İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı olmak için “suç örgütü” kurduğu ve amacının yasa dışı yollarla daha zenginleşmek olduğunu öne sürmek kanıtlanmış bir iddia olmaktan çok bir niyet okumaktır.

Cumhurbaşkanlığı makamı devletin en yüce makamı… En kutsal yer… Kimse o göreve maddi kazanç sağlamak, rüşvet almak, yolsuzluk yapmak için gelmez. Kimse cumhurbaşkanı seçileyim de ülkeyi bir güzel soyup soğana çevireyim diye siyaset yapmaz. Bugüne kadar o göreve talip olanların hiçbirinin aklından bu niyet geçmedi. Kimse o makamı bu amacı için kullanmadı… Tek bir örnek yok… Savcılığın bu iddiası büyük bir soru işareti… Mesnetsiz diyelim mi?

“ǪUO VADİS ?” (GİDİȘ NEREYE ?)

Türkiye ilginç bir sürecin içine girdi. Artık herkes şunun farkında olmalı. Millet olarak bir kararın eşiğindeyiz. Ekonomi, demokrasi ve hukuk düzeyinde yaşanan krizler Türkiye için “quo vadis?” diye sorduruyor. Eğer İBB/İmamoğlu iddianamesi, bir CHP’yi kapatma davasına dönüşürse Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir kaosa sürüklenir. Ülkenin üçte ikisi bunu kabul etmez. İçine düştüğümüz ekonomik çıkmazı daha da büyük felaketlere taşıyacak korkunç bir senaryo olur. Üstelik bizi dış dünyaya rezil eder.

Hukukun üstünlüğünün hakim olduğu, herkesin güvenliğinin gözetildiği, anayasal düzenin geçerli olduğu, yasama, yürütme ve yargının kendi görev alanları içinde kaldığı, birbirlerine darbe yapmaya teşebbüs etmedikleri bir ülkede, huzur, barış ve refah içinde mi yaşamak istiyoruz yoksa iktidarın rüzgarına göre şekillenen bir jüristokrasi kara düzende, bir kaos ortamında, kaygıları her geçen gün daha da artan, belirsiz bir geleceğe ilerleyen yoksul bir ülkede mi yaşamak istiyoruz? Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’ne, onun belediye başkanlarına, cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na yapılan saldırılar, aslında bu ülkenin demokratik düzenine, anayasal düzenine ve bu milletin geleceğine yapılmaktadır. Konu sadece yönetmeyi sürdürmek, önümüzdeki seçimleri kazanmak değil. Konu hep birlikte ortak bir geleceği inşa etme şansını yitirmek.

Bize barış gerekli, demokrasi gerekli, hukuk gerekli. Bunun için kucaklaşmalıyız. O nedenle şimdi kucaklaşma zamanı, şimdi kardeşlik zamanı diyorum. İki bin, üç bin sene (‘20, 30 asırlık ceza’) ile Ekrem Başkan yargılanıyor. Nasıl olacak bu barış? olmaz! Söylemek istediğim şu: Bizler, ülkemiz ve tüm çocuklarımız daha güzel, daha aydınlık bir Türkiye’de yaşasın diye mücadeleyi sürdüreceğiz. Bu aynı zamanda bir anayasal hakkımız. Anayasamızın ikinci maddesi diyor ki: ‘Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.’ Biz de yıllardır bunun için çalışıyoruz zaten.

Bu ülke bizim, Türkiye Hepimizin….

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.


 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER