Amerika’nın en tanınan ve sevilen yazarlarından biri olan Susan Sontag, roman ve denemeleri kadar sinemacılığı, tiyatroculuğu ve fotoğraf üzerine yazdıklarıyla da adını duyurmuş, sıkı bir muhalif ve eylemciydi. “Okumanın ve içedönüklüğün ayaklar altına alındığı bu çağda edebiyat özgürlüğün ta kendisidir” diyordu. Yaşamına 17 kitap sığdırdı, yazdıkları 32 dile çevrildi. Yaşamı boyunca aktif bir insan hakları savunucusu ve savaş karşıtı olarak çalıştı, sözünü hiç sakınmadı, “çağın vicdanı” olarak nitelendirildi. Şu sözler onundur:
“Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.”
New York Times Magazine’in yazarlarından olan oğlu David Rieff, Ölüm Denizinde Yüzmek adlı kitabında, 2004 yılında 71 yaşındayken lösemi hastalığından ölen ünlü yazarla olan mesafeli ilişkisini, bir anne olarak Susan Sontag’ı ve yazarın son aylarında kanserle mücadelesini anlattı.
Annesinin hayatı ne kadar sevdiğini ve geçirdiği onca operasyona rağmen ona nasıl sıkı sıkı tutunduğunu hatta hayatta kalarak birçok doktorun istatistik tablolarında değişik bir yerde durduğunu anlatan David, annesinin hayatla ilişkisi üzerine şunları söylüyor:
“Annem hayatı sevdi ve hem hayat deneyimine duyduğu iştah hem de bir yazar olarak başaracaklarına bağladığı umutlar, bedeni yaşlandıkça daha da arttı. Onun bu dünyada varolma biçimini betimlemek için tek sözcük seçmek zorunda kalsaydım eğer, bu sözcük ‘arzulu’ olurdu. Görmek, yapmak, denemek ve bilmek istemediği hiçbir şey yoktu.”
Sontag, David Rieff’e göre yetmiş bir yılının neredeyse hepsini terslikleri alt edeceğine inanan biri olarak geçirmiş, yaşamanın daha iyi yazmak, daha iyi biri olmak için uygun bir bağlam oluşturacağına inanmış, daima gelecekte yaşamıştı:
“Hep, denemeci olarak yazacağı romanların hayalini kurardı. Defalarca annemin hayatının izleğine bakıyorum ve hep gelecek zamanın şimdiyi sıkı bir dirsek darbesiyle dışladığını görüyorum. Hastalığının büyük bir bölümünde, ölümü düşünmek yerine hâlâ lokantaların ve kitapların adlarını listelemekle, alıntıları ve yaşanmış olayları not etmekle, projeler yazmakla ve yolculuk takvimleri hazırlamakla ilgilendi; ben de bütün bunların, annemin bir başka gelecek parçacığı uğruna sonuna dek savaşması anlamına geldiğini kavradım.”
Sontag, hastalıklarının çoğunun eninde sonunda tedavi edileceğine inanıyordu. İçinde taşıdığı bu inanç onu hep ayakta tutmuştu. Hayatının son ayına değin yok olmayı kafasına takmayacaktı. Sontag birçok sanatçı gibi kendisinin ‘özel’ olduğuna inanıyordu. David Rieff’e göre, daha önceki iki kanserini yenmesini, hayatta kalmasını sağlayan şey, bu özel olma duygusuydu. Sontag, o kötü haberi aldığı gün hayatında ilk kez kendini özel biri gibi hissetmeyecekti:
“…ve muayenehaneden çıktık. Arabaya kadar içinde yürüdüğümüz sessizlik, o güne dek hayal ettiğim ya da deneylediğim her şeyin ötesindeydi. Kent merkezine doğru giderken annem gözlerini cama dikti. Sonra, birkaç dakika geçince, başını camdan bana doğru çevirerek, ‘Vay,’ dedi. ‘Vay canına.’(…) Annemin amacı hayatta kalmaktı ve teşhis konduğu andan ölüm saatine kadar bu amacında bir milim değişiklik olmadı. Ölümcül bir hastalığı olduğunu biliyordu ve kuşkusuz iyi bir öğrenciydi, ama hastaların hemen hepsi gibi, her ikisi de tıp ve biyolojinin yabancı dilinin kalın sisiyle, kendi kendine yeten bir yetişkinden ihtiyaç, korku ve ıstıraptan ibaret çocuklaştırılmış bir hastaya dönüşmenin daha da kalın sisi içinde kaybolmasına çare olamadı.”
Sontag, çok yönlü bir insandı, edebiyatın ve vicdanın sesiydi. Margaret Atwood’un dediği gibi, o, krala, ‘Kral çıplak!’ diyen çocuktu. Sontag, meme kanseri için kemoterapi gördüğü sırada tuttuğu günlüklerden birinde kendine, “neşeli, kedere karşı kayıtsız ve sakin olma”yı emretmiş ve şunu eklemişti:
“Hüzün vadisinde kanatlarını aç.”
Susan Sontag, kendini hep ‘edebi öğrenci’ saymıştı. Sonsuzluğun, hiçliğin içine çekilmeyi asla istemedi. Özlemlerini cisimleştirircesine yaşadı. Yaşadığı gibi öldü.
Orhan Tüleylioğlu