İfade Özgürlüğünün neresindeyiz?

Kelimelerden korkuyor musunuz? Agos Gazetesi kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in  13. Yıl Anmasına katılan biri, “Kelimeleri yüzünden öldürüldü” demiş. Kelimeleri yüzünden! Kelimeleri ile korkutulan bir memleket coğrafyasında, adalet mi? İşte buna dair konuşan isim, Hataylı Akademisyen / Hukukçu Neval Oğan Balkız oldu. Gazeteci Hrant Dink için, her yıl olduğu gibi bu yıl da, […]

Kelimelerden korkuyor musunuz?

Agos Gazetesi kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in  13. Yıl Anmasına katılan biri, “Kelimeleri yüzünden öldürüldü” demiş. Kelimeleri yüzünden! Kelimeleri ile korkutulan bir memleket coğrafyasında, adalet mi? İşte buna dair konuşan isim, Hataylı Akademisyen / Hukukçu Neval Oğan Balkız oldu.

Gazeteci Hrant Dink için, her yıl olduğu gibi bu yıl da, 19 Ocak Pazar günü, öldürüldüğü yerde, eski Agos Gazetesi’nin bulunduğu Sebat Apartmanı önünde bir anma oldu. Toplanan binler, “Sözümüz var Hrant’a… Yaralarımızı bilip de onarmak boynumuzun borcu” dedi. Ama ekledi de… “Buradayız, vazgeçmiyoruz Ahparig.”
Yaşanan sürecin ‘adalet’ kısmında duran ve dünden bugüne yaşananları değerlendiren isim, Hataylı Akademisyen / Hukukçu Neval Oğan Balkız oldu.
Sözlerine, “Ricoeur’ün ‘haklı bellek’ tartışmasında söylediği gibi; ‘bir yerde fazlasıyla hatırlamaya mecbur bırakılanlara, başka yerde fazlasıyla unutmanın eşlik etmesinden kaynaklanan kaygı verici bir manzara’ içinde, bu cinayetleri aydınlatmakla yükümlü olanlar susmaya, kan ise hakkını aramaya devam ediyor” diyerek başlayan Balkız, ara başlıklar halinde, şunları söyledi:
-RAKEL DİNK-
“…Allah’ın sözü diyor ki: İnsanlar sussa, kan, hakkını arar. Adalet yerine oturmadıkça, kanın sesi susmaz. Ne şimdi, ne de gelecekte, ne de geçmişteki kanlar… Hiçbiri susmaz!” Rakel Dink’in bu sözleri, Hrant Dink’in katledilişinin sekizinci yılında da bize değişmeyen gerçekliği söylemeye devam ediyor. Türkiye’de; Hrant Dink, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, Sabahattin Ali, İlhan Erdost, Musa Anter, Metin Göktepe, Kemal Türkler, Doğan Öz, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Metin Lokumcu ve katledilen, kaybedilen diğer insanların kan sesleri susmuyor. Zira bu cinayetler, aradan geçen bunca zamana karşın aydınlatılmıyor. Bilinen gerçeklerin de üstü örtülmeye çalışılıyor. Soruşturma ve kovuşturma aşamasından yargı aşamasına kadar tüm süreçlerde, tarafsız, adil bir yargının gerekleri bütünüyle ihlal ediliyor.
Açılan davalar zamanaşımına uğratılıyor. Cezasızlık kültürü oluşturuluyor. Sorumluluğu olan idari yetkililer ile kolluk görevlileri cezalandırılmıyor. Adalet, “halen yerine oturmayı” bekliyor. Ricoeur’ün, “haklı bellek” tartışmasında söylediği gibi, “bir yerde fazlasıyla hatırlamaya mecbur bırakılanlara, başka yerde fazlasıyla unutmanın eşlik etmesinden kaynaklanan kaygı verici bir manzara” içinde, bu cinayetleri aydınlatmakla yükümlü olanlar susmaya, kan ise hakkını aramaya devam ediyor.
-8 YIL OLDU-
Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden geçen sekiz yıllık süreç içerisinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; (AİHM) Hrant Dink’e yönelik olarak cinayet öncesi açık ve yakın tehlike olduğunu, kamu görevlilerinin bundan haberdar olduklarını yahut haberdar olabilecek bir noktada bulunduklarını, ancak Trabzon İl Emniyet, Trabzon İl Jandarma ve İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlilerinin organize ya da bağımsız şekilde bu cinayetin önüne geçmek üzere operasyon yapmadıklarını ve tedbir almadıklarını karara bağlamış bulunuyor.
-İLK KEZ-
14 Eylül 2010 tarihinde yayımlanan kararında, mahkeme, bu gerekçelerle Türkiye’yi, “yaşam hakkını ve ifade özgürlüğünü ihlal etmekten, etkin başvuru hakkını kısıtlamaktan” oybirliğiyle mahkûm etmiş bulunuyor. Türkiye Dışişleri Bakanlığı, kararın ardından yaptığı açıklamada, hükümetin, Dink kararı hükümlerinin uygulanmasına yönelik çalışmaları yapacağını ve gelecekte benzer ihlallerin tekrarının önlenmesi için mümkün olan her önlemi alacağını beyan ve taahhüt ediyor. Ancak bu taahhüt, halen yerine getirilmeyi bekliyor. Üstelik süreç, tam tersi yönünde, bu cinayetlerin artarak devam etmesi şeklinde ilerliyor.
AİHM’nin kararının ardından, Anayasa Mahkemesi, adı geçen şahısların soruşturulması gerektiğine dair bir karar oluşturuyor. Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi de, aynı şekilde, AİHM’deki ihlal kararı dikkate alınarak, “kusurlu ve sorumlu oldukları belirtilen kişiler soruşturulmalıdır” yönünde bir karar veriyor.
Gelinen noktada, Yargıtay’dan dönen davanın yeniden görülmeye başlanması bekleniyor. Cinayetin üstünden sekiz yıl geçmiş olmasına karşın, ancak şimdi adı geçen devlet görevlilerinin “ilk kez şüpheli sıfatıyla” ifadelerinin alınabilmesinin olanağı doğuyor. Savcı, ilk kez soruşturmaya; cinayette ihmalleri, dolaylı ya da doğrudan sorumlulukları olduğunu iddia ettiği kamu görevlilerini şüpheli sıfatıyla dahil ediyor.
-KAYGILAR-
Bu kapsamda, cinayetin işlendiği dönemde Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bir emniyet amiri ve bir polis memuru tutuklanıyor. Halen Cizre Emniyet Müdürü olan şahıs hakkında da yakalama kararı çıkartılıyor. Başlangıç olması anlamında, bu durum bile önem taşıyor. Ancak, cinayetin faili Ogün Samast’ın tanık sıfatıyla verdiği ifadesinde, cinayetle ilgili olarak “Gülen Cemaati’ne yakın polisleri” işaret etmiş olması, davanın, iktidar partisi ile cemaat arasındaki siyasi çekişmenin gölgesinde bırakılmak istendiği yönündeki kaygıları artırıyor.
-YAŞAM HAKKI-
Ünlü hukukçu Bahri Savcı, “yaşam hakkı” başlıklı makalesinde, insanın klasik üç yönünü tanımlar ve devletin “yaşam hakkı” kapsamında yerine getirmesi gerekli ödev ve görevlerini sayar.
Savcı’nın dediği şudur: İnsan, önce biyolojik bir varlıktır. Onun, biyolojik bir yönü vardır. İnsan, entelektüel bir varlıktır. Onun, bu yönde de gelişmesi gerekir. Ve insan, moral bir varlıktır. İnsansal işlevi gereği, bu yönde de gelişmesi gerekir. İnsanın işlevi, her üç yönde birlikte, aynı zamanda, eşit ölçülerde gelişmektir. Ancak bu durumda insan, onuruna layık olarak var olabilir. İnsan özgürlüğünün ilk somutlaşması olan “yaşam hakkı”, bu nedenle en anlamlı ve önemli haktır. Devlete ağır, ciddi ve çift yüzlü bir işlev yükler. Bu işlev, devletin “yaşatmacılık” ödevi/ görevini oluşturur ve “yaşam hakkının” korunmasının kapsamını tanımlar. Bu işlevi gereğince, devletin, yaşamın bozulmaması için bir güvence örgütlenmesi kurmak, yaşamın gerçekleşmesi için ona elverişli bir ekonomik, sosyal düzen önlemleri almak ve bu önlemlerle yaşamı, bizzat devlet olarak sağlamak görevi vardır. Dolayısıyla devlet, önce her bireyin “dünyaya yaşar ve yaşayacak durumda gelmesini” sağlamak; sonra bireyi, her yönden gelecek tehditlerden koruyacak şekilde örgütlenmek yükümlülüğü vardır.
-HEPİMİZİN GÖREVİ-
Devlet öyle bir toplumsal örgütlenmeye kavuşmalıdır ki, onun içinde, bireyin bedensel ve toplumsal bütünlüğü tümden ya da bir bölümü ile bozulmamalıdır. Birey, kendisinden, bir başkasından veya gruplardan veya devletten gelecek her türlü tehdit ve tehlikeye karşı korunmalı, bedensel bütünlüğüne fiili yollarla müdahale olmamalıdır.
İşte AHİM, Hrant Dink kararında, devletin bu “yaşatmacılık” ödevi ve görevini yerine getirmediğini, yaşamı korumadığını saptamış bulunuyor. Zira ‘yaşamın korunması, bizzat kendisi kadar önemlidir. Korunması sağlanmamış bir yaşam hakkı, su üzerine resim çizmeye eşit bir anlamsızlıktır.’ Bu anlamsızlıktan kurtulmak, ancak ‘adaletin yerine oturmasını’ sağlamak ve ‘kanın sesini susturmak’ ile mümkün. Bu hepimizin görevi… -Tamer Yazar-

Exit mobile version