Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

İKTİDARIN MEŞRUİYET SORUNU

Meşruiyet (legitimacy/legitimité), doğal hukuka uygun olmayı ifade eder. Meşruluk, siyasi alanda iktidarın sağlanması ve elde tutulması bakımından en önemli faktörlerden birini oluşturur. Bir siyasal sistemde yönetilenler, iktidarın meşruluğuna inandıkları ölçüde onun kararlarına kendiliklerinden uyma eğilimi gösterirler. Bu durumda iktidar zora başvurma gereği duymaksızın itaati sağlamış olur.

 

Aksi durumda, yani yönetilenler arasında iktidarın meşruluğuna olan inanç zayıfsa, onun kurallarına kendiliğinden uyma eğilimi de düşük olacak ve iktidar itaati sağlamak için güce, şiddete ve tehdide başvurma yoluna gidecektir. Demek ki kaba güç ve şiddet kullanma ile meşruluk arasında ters orantı bulunmakta.

 

Şiddet kullanma, devlet aygıtlarıyla baskı altına alma ve tehdit etme yöntemleri iktidarların güçlü olduğunu göstermez. Aksine rejimin ya da iktidarın meşruluk temelinin zayıf olması nedeniyle ayakta kalabilmek, iktidarını sürdürmek için çıplak güce dayanmak zorunluluğunda olduğunu gösterir. Bu nedenle meşruluk, yönetimi kolaylaştıran, onu etkili ve istikrarlı kılan bir unsur. İktidar sahipleri de halkı meşruiyet konusunda ikna etmeye çalışırlar.

 

***

Meşruluk kavramıyla “temel mutabakat” (consensus) kavramı arasında yakın bir ilişki bulunmakta. Bir siyasal sistemin meşruluğu konusundaki mutabakat oranı düştüğünde, birden çok meşruluk inancı arasında çatışma başladığında toplumsal barış bozulur ve kriz durumu ortaya çıkar. Bu krizin bir ayağında devlet hesabına çalışanların doğru dürüst verimli olmamaları bulunur. Başka bir ayağında kurumların yolsuzluklarla kamuoyunda rahatsızlık yaratmaları var. Üçüncü ayağında da yöneticilere karşı güvensizlik: Devletin ve/veya hükümetin etkili ve sonuç alıcı olmadığına inanç yaygınlaşır, anayasaya aykırı olarak (üçüncü kez) “seçilmiş” Cumhurbaşkanın  yönetim hakkı sorgulanır. Ülkemizde yaşanan bu ve sorgulanıyor da…

 

Türkiye, “Artık yönetemiyorsunuz, gidin” diyen toplum ile “Biliyoruz ama gitmiyoruz” diyen iktidar arasında sıkıştı. “Saray aparatlarının” su taşıma girişimine rağmen çark dönmüyor. Toplum dertli, insanlar sıkıntıda, herkes kaygılı. Milyonların ortak derdi: aş, iş, sağlık. İnsanlarımızın kahır ekseriyeti, borçlanmadan yaşayamıyor. İşçinin, çiftçinin, esnafın, emeklinin bu iktidardan umudu kalmamış. Sanayiciler, iş insanları önlerini göremedikleri için zor durumda. Devletimizin kurumları, vatandaşın eğitim, sağlık, güvenlik gibi ihtiyaçlarını karşılamakta çok yetersiz. İşsiz gençler, eğitime ulaşamayan çocuklar, ne yapacaklarını şaşırmış veliler; üniversitelerin ilköğretim düzeyine indirgenmesine, iktidarın folluğu, tarikatların cemaatlerin rekabet alanına dönüşmesine isyan eden (hatta intihar eden öğrenciler), gerçek bilim ve düşün insanı akademisyenler; Eşit yurttaşlık, eşit hak talebiyle canları ve onurları için mücadele eden, oyları iradeleri hiçe sayılıp seçtikleri milletvekilleri, başkanları, siyasetçileri zindanlara atılan Kürtler; İktidarın hoşuna gitmeyecek bir söz söyleseler kendilerini ya hapishanede ya kapıda bulan, yetmedi saldırıya uğrayan medya mensupları, düşünce ve ifade özgürlüğü tehdit altındaki muhalif sanatçılar, aydınlar….

 

Daha kötüsü, toplum içindeki kutuplaşmadır; çünkü hükümetten yana “güvenli” kesim ile “güvensiz” kesim arasında, her devlette var olması gereken asgari müşterekleri yok etmektedir. Yurttaşları birbirine bağlamaya yarayan karşılıklı güven yerine, kuşku, dışlama, ötekileştirme yaşanmaktadır. Hakem rolü üstlenebilecek adalet mekanizması da en şaibeli olarak kavganın tam ortasında yer almakta.

 

***

Seyredenlerin yüzünü kızartarak sona ermekte olan bir hikâyedir tanık olduğumuz. Toplum, seçilmiş rakiplerini tanımayan, onları yok etmeye çalışan AKP’li Cumhurbaşkanı’nın B, C, D, E planına karşı tedirgin. Haklı bir kaygı. Fakat bu kaygıdan, AKP’nin hızla eriyen tabanını çıkarmak lazım! Meşruiyetini çoktan yitiren, kontrolünü tamamen kaybetmekte olan AKP’ye halkın desteği de hızla bitiyor. Aşırı acıklı hikayenin son kısmı, yolun sonuna gelen iktidar, alternatifleri tasarlayacak fikri enerjiden dahi yoksun.

 

Polis devleti nereye kadar? Muhasebe yerine, yıllardır gösterilen sopa var. Meşruiyet bitti, maçta bitti, uzatmalı dakikalar oynatılıyor, “Kontrollü işler derken”, kontrolün kaybolmasının üzerinden de bir hayli zaman geçti. Taban eriyor, AKP çatırdıyor. Halkın desteği olmadan iktidarda kalınmıyor! Yeni bedeller ödemeden anlaşılsa ne iyi olacak.

 

Yıkıp, zevkimize göre döşeyelim şiarı, kurumları etkisizleştirip ehlileştirirken, o kurumların temsil ettiği ülkeyi ve ülkeyi temsil eden cumhurbaşkanını da itibarsızlaştırmış olunur. Medyadan sivil topluma her alanda iştahla yürütülen ‘fetih’ operasyonlarının sebep olduğu huzursuzluk, umutsuzluk, göç dalgası ve uluslararası alandaki prestij kaybı Erdoğan’ın ödemeyi göze aldığı bedeldir. Temsil ettiği ülke daha itibarsız, mutsuz, yoksul fakat ‘zararsız’dır.

 

Sayın Erdoğan’ın kendi lütfuna mazhar olmayan tüm pınarları kurutmaya, muhaliflerini ayıklamaktan muhalefetten arınmaya, evirilen siyaseti işitilmemesi mümkün olmayan, “Muhalefetsiz  bir Türkiye”ye, bir ‘kalan sağlar bizim (olacak)’ çığlığına doğru, aşırı hassaslaşmış bir tehdit algısının doğurduğu ürkeklikle, bir savunma güdüsüyle giriştiği iddia edilebilir. Arkasında bıraktığı enkazın yerine kalıcı bir yapı inşa edecek enerji ve ufka sahip olup olmadığı da – en hafif tabirle – şüphelidir. Fakat, sıkça duyduğumuz ‘kültürel iktidar olamadık’ hayıflanması, ‘kültürel üstünlüğü’ hasbelkader koruyabilmiş kesimlerin derin bir nefes alabilmesinden çok, yeni hırçınlık nöbetlerine hazırlanmaları gerektiğine delalet eder. Yıkımın tadını almış ve faydasını görmüş kaba kuvvet, elindeki balyozu bırakmayacaktır.

 

***

İktidarların, iktidarlarını bırakmamaya programlanmış olması yeni bir şey değil. İşler az çok iyi gittiği sürece bunun adı hizmet götürme tutkusudur. Ama işler sarpa sarmaya başladığında bu hizmet halesi düşer ve geriye saf iktidar kalır. İktidarı kaybetmek, neredeyse her zaman iktidardan çok daha fazlasını kaybetmek anlamına geldiğinden, artık en büyük siyasal proje iktidara tutunmaktır. Ne pahasına olursa olsun tutunmak…

 

Türkiye’de de durum şimdi bundan çok farklı değil. Sayın Erdoğan, sırf gücü elinde tutabilmek için yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını çoktandır gösterdi. Artık uzun dönemli planlı toplumsal projelere değil tıpkı ışığa yönelen bitkiler gibi bütün duyu organlarıyla iktidara yöneliyor. Günü kurtarmak için durmadan bir şeyler yapıyor. Son olarak, yeni bir anayasa ile yeniden ve hatta bu kez sınırsız seçilme hakkı kazanmak istiyor. Bahçeli’nin koçbaşılığında başlatılan Öcalan’la anlaşma sürecinin “iç nedeni” budur. Erdoğan Öcalan’ın talimatıyla DEM oylarını alarak önce anayasayı değiştirebilmeyi, ardından da seçimi kazanabilmeyi umuyor.  Fakat gittiği ve kendisiyle birlikte ülkeyi peşinden sürüklediği yönü kendisi de bilmiyor.

 

Siyasal tarihte kendini tekrar eden bu yıkıcı gidişin sanat tarihindeki çarpıcı bir alegorisi, peyzaj çalışmaları ve köy betimlemeleriyle tanılan Hallandalı Rönesans ressamı Pieter Bruegel‘de mevcut. ‘Körlerin Yürüyüşü‘nda (1568) Bruegel, birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunmuş körlerin yürüyüşlerini gösteriyor. Körler, gittikleri yönden kuşkulu, el yordamıyla ilerliyor. Önden giden, onu takip edenlerden fazlasını bilmiyor. Körlerin en önde gideni bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte… Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse görünmemekte. Ortalıkta bir kilise… Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayinürütinde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Feriseler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında çukura yuvarlanmak üzere ardı ardına dizilecekler…

 

Farklı tarihsel dönemlerde birbirinden farklı toplumsal ve politik durumlar için esnek bir şekilde yorumlanabilmesine karşın, Körlerin Yürüyüşü, genel olarak, öncüler/iktidarlar ve onların takipçilerine yönelik iletişim gücü yüksek ve kullanışlı bir alegoridir. Öncülerinin, onları sürükledikleri yerden bir kuşkuları yokmuşçasına peşine takılanlar, aslında kendilerinden fazlasını bilmeyen öncüler tarafından yıkıma sürüklenirler.

 

İktidarını yitirme korkusu, iktidara tutunmaktan başka bir şey düşünemeyen bir körlük yaratır. İktidarını yitirdikçe ona daha sıkı sıkıya sarılan yirmi üç yıllık iktidar Türkiye’yi, Körlerin Yürüyüşü türünden bir sahneye sürüklüyor gibidir.

 

Artık görmeyi öğrenmenin, gerçekle yüzleşmenin zamanıdır. Artık 16. Yüzyılın bugün bile geçerli olan tasvirini tersine çevirmenin zamanıdır.

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Salı 18 Mart 2025

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER