İnanç Turizmini de betonlamışız!

Samandağ yolunu takip edip Aknehir sapağından yukarıya doğru, yaklaşık 500 metre rakımlı bir tepenin zirvesine ulaştığınızda sizi karşılayan 1500 yıllık Saint Simon Manastırı’na ‘beton’ bile eklemişiz, bunu bile başarmışız! Yüzyıllara meydan okumuş bu çok değerli kalıntıların hikâyesi şöyle başlıyor… “Milattan sonra 521 Antakya doğumlu Simon, depremde kimsesiz kalınca kendisiyle aynı adı taşıyan Halep’te ünlü bir […]

Samandağ yolunu takip edip Aknehir sapağından yukarıya doğru, yaklaşık 500 metre rakımlı bir tepenin zirvesine ulaştığınızda sizi karşılayan 1500 yıllık Saint Simon Manastırı’na ‘beton’ bile eklemişiz, bunu bile başarmışız!
Yüzyıllara meydan okumuş bu çok değerli kalıntıların hikâyesi şöyle başlıyor… “Milattan sonra 521 Antakya doğumlu Simon, depremde kimsesiz kalınca kendisiyle aynı adı taşıyan Halep’te ünlü bir keşişin yanına gidiyor. Tarihte Yaşlı Simon diye bilinen keşişin yanında dini eğitim alıyor. Genç Simon Antakya’ya döndüğünde Samandağ’daki bu tepeye çıkıyor ve kendisini tamamiyle Hıristiyanlığa adıyor. Müritleriyle birlikte manastırı inşa ediyor ve Yaşlı Simon gibi Tanrı’ya daha yakın olmak üzere bir sütunun üzerinde yaşamaya başlıyor.”
‘Peki, niye bir sütun’ diye soranlar içinse hikâye şöyle devam ediyor… “Stilitler Tarikatı mensupları, inzivaya çekilmek istediklerinde bir sütun inşa edip onun üzerinde yaşamaya başlıyorlar. Genellikle Hıristiyanlıkta inzivaya çekilen din adamları, bir mağarada ya da bir manastırın içinde bir oyukta tek başlarına yaşarlar. Çile çekerler. Bu tarikata inanmış olanların farklı yönleri, mağara ya da oyuk değil sütunun üzerinde tek başlarına yaşamayı seçmiş olmaları.”
Bir buçuk metre eninde, 10 metre yüksekliğindeki bu sütuna tırmanmak mı? Zormuş… Hatta bunun için taş bir merdiven kullanılırmış, ki bu merdivenin kalıntıları günümüze kadar gelmiş.

-HAC MERKEZİ-
Antakya’dan Samandağ’a uzanan coğrafyanın bu zirve noktasına adeta hapsolan bu değerli emanetin haberini yapan bizler için yazacak ve söyleyecek şey çok fazla. Ama yazılanların ve söylenenlerin gerisinde kalanlar için ne söylense az! Özellikle de bir dönem önemli bir ‘hac’ merkezi olan bu 1500 yıllık emanet adına… Aziz Simon’un yemeğini yediği, uyuduğu, kısaca tüm ömrünü geçirdiği sütunun kalıntılarını günümüzde görmek hala böylesine mümkünken hele ki…
-SARNICIN AĞZI-
İçerisinde kilise, vaftizhane ve diğer mimari kalıntıların bulunduğu St. Simon Manastırı’nda son yıllarda birçok tahribatın gerçekleştiğini ve bunu önlemek için tedbir alma noktasında ciddi ‘resmi’ eksiklikler bulunduğunu söyleyenler haksız mı? Değil… Bunun en net örneği ise, tepe noktasında oldukça geniş bir alana yayılan Manastır yapısının tam orta yerinde kalan bir sarnıç! Derinliğini anlamak mı? Zor. Yöre insanının ifadesine göre en az 5 metre! Bizce mi? Daha fazla! Dibinde ne olduğunu ise göremiyorsunuz. Ancak o derinliğin giriş kısmında yükseltilen taş yapının düne değil, bugüne ait olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Çünkü güvenlik amacıyla kapatıldığı belli olan tarihi sarnıcın ağız kısmına dizili taşların alelacele ve bir o kadar da özensiz yapılmış beton destekli hali fazlasıyla dikkat çekiyor. Peki, 1500 senelik bir tarihi mekânda eldeki bu özensizlik adına ne söylenmeli? Hele ki bu özensizliğin üzerini kapatmak için kullandığımız paslı demir aksam için…
-İNANCIN NERESİNDEYİZ?-
İnanç turizmi kapsamında önemli bir yere sahip olan ve her yıl yerli-yabancı çok sayıda turist tarafından ziyaret edildiği bilinen Antakya ve hemen yanı başındaki Samandağ’ın fısıldadığı bu ‘ibretlik’ durum için şu ana dek ‘resmi’ tek bir açıklama bile yapılmadı. Yapılmasını beklemek iyimserlik mi olur bilinmez ama… İsmini vermek istemeyen bir turizmcinin ifadesi, yaşanan traji-komik durumun resmine dair:
“Komik olan, Manastır’a çıkan yolu düzeltmişiz. Yani şu ana kadar oraya gitmenin zorluğunu tamamen ortadan kaldırmışız. ‘Buyurun gelin’ demişiz. Ama geldiklerinde karşılaşacakları ‘manzara’ adına elimizi taşın altına koymamışız. Kir içinde bırakmışız. Bakımını dahi yapmamışız. 1500 yılın bugününe adeta imzamızı atmışız. Ama bu imza, resmi ilgisizliğin imzası. Resmi sorumsuzluğun imzası. Hatta daha ötesi! Buraya bir turist kafilesi getirdiğimizi düşünsenize! Onlara bu durumu nasıl anlatmamızı bekliyorlar? Biz utanırken yaşanan bu durumdan, dünyanın her bir köşesinden gelenlere ‘bakamadık’ mı diyeceğiz? Bakmayın güldüğüme… Aslında gülüyoruz ağlanacak halimize!”
-HARABE DE NE?-
Manastır’ın sonuna doğru ilerleyenleri ise eski bir bina karşılıyor. Terk edilmiş halinden geriye kalan hikâyenin ne olduğu ise bilinmiyor. Ancak ifade edilenlere göre, bu ‘harabe’ oldukça uzun bir zamandır burada. Daha ne kadar burada kalacağına dair sorular ise cevapsız!
-BİR ARAŞTIRMA-
Geçmiş dönemde yapılan bir araştırmada, yabancı ziyaretçilerden, Antakya’yı tekrar ziyaret etmelerinde
etkili olan çekicilikleri sıralamaları istenmiş. Alınan cevaplara bakıldığında; birinci sırada dini mekânların varlığı, ikinci sırada kültürel çeşitlilik, üçüncü sırada yerel halkın tutumu, dördüncü sırada kolay ulaşım, beşinci sırada folklorik değerler, altıncı sırada güvenlik ve son olarak ise doğal alanlar, Antakya’yı tekrar tercih etmekte etkili olan çekicilikler olarak ortaya çıkmış. Peki, ‘dini mekanlar’ derken kastedilen ‘inanç turizmi’ için ne yaptığımızı sorgulama vakti geldi mi? İlk sıradaki avantajımızı ne kadar korumuşuz, tartışma vakti geldi mi? Tamer Yazar

 

Exit mobile version