Bazen günlük olaylardan sıkılıp, kendimi kapamaya niyetlenirim. Herkes böyledir kuşkusuz… Ancak uzak cennet ülkemde darmaduman, son derece yoğun baş döndürücü yaşanan güncel olaylar esir alıyor yaratıcılığımı çoğu zaman… Hafızam o toprakların hafızasıdır aynı zamanda… Büyüklerimin hafızası. O topraklarda doğdum; o topraklarda büyüdüm; o topraklarda öğrendim; nereden başlayacağımı, nereye gideceğimi ve nereye varacağımı…. Bugün insanlığa dokunabilmek için bir yerdeyim… Yaşadığımı anlamanın yolu yazmakta geçiyor…
Yazmak insanoğlunun temel ifade biçimlerinden. Ne zamandır yazıyoruz. Yazsan ne yazar bu ülkede, bu dünyada? “Yıllardır yazıp çiziyorsun, ne değişti, ne düzeldi, yorulmadın mı?” gibi umutsuzluk, karamsarlık fışkıran cümleler uçuşuyor kafamda. Ama, üyesi olduğumuz toplum; gözaltı, şiddet, açlık, yoksulluk, adaletsizlik, işkence politikalarıyla terbiye edilmeye çalışılırken, korku ve karamsarlık yaygın ve kronik bir ruh haline dönüşürken hiçbirimiz oturup durumu seyredemeyiz. Sorumluluk duygusuna sahip her bir aydın, siyasetçi, yazar veya entelektüelin elini taşın altına koyarak topluma öncülük etme görevi vardır. İnsanın önce kendine itirazları, nefsine başkaldırması vardır. Bu hürriyete doğru bir hamle. Bunu başarabilenler, işte o isyan ahlâkı dairesine giriyor. Daha ötesi kendi benini aşıp sorumluluk hissiyle ait olduğumuz cemiyete, halka∕topluma çevrilmek, halk∕toplum için emek harcamak, bilginin halk∕toplum için iyi bir şey olduğu inancına sahip olmaktır. Bu yalnız görev anlayışının değil varlık sebeplerinin de icabıdır.
“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın” diyor İlhami Çiçek. Bize bir kalbimiz olduğunu hatırlatıyor. Kalbimiz, Türkiye’ye tebessüm ediyor, uzaklardaki güzel ülkem hüznümüzü büyütüyor.
***
En büyük zaafımız zaaflarımızdır. Ancak, insanın varlık amacı da insanlaşma sürecini tamamlamasıdır aynı zamanda. İnsandan beklenen olabildiğince insanlaşmasıdır yani. Olabildiğince diyorum çünkü ülkemizde bu zorlu süreci ‘tamamlamak’ oldukça güç görünüyor. Azına razı kılıyor yaşananlar, yaşadıklarımız. Elbette sadece memlekette değil tüm dünyada insanlık adına büyük bir eksen kayması yaşanıyor. Ama herkes önce kendi sorununa odaklanmadığı sürece ‘çözüm’den söz etmek de gün geçtikçe imkânsız hale geliyor. Yani ‘elin sorunlarını‘ bir kenara bırakırsak… İnsanlık adına üzerinde düşünüp uzlaşmamız gereken konular var.
İçimiz, dışımız siyasi çekişmelerle, kendi iç kısır kayıkçı kavgalarımıza öyle bir gömülmüşüz ki, ıskaladıklarımızı görmek şöyle dursun, başımızı kaldırıp göğe bakmaya fırsat bulamıyoruz. Her sabah aynı kavgalara açıyoruz gözümüzü, akşam mesai bitiminde yine aynı tartışmalarnın girdabında buluyoruz kendimizi. Bu son yıllarda Türk siyasetinde en ilginç gelişme siyasi kimlikler düzleminde yaşanıyor. Parti içi ve partiler arası ilişkilerin, genellikle siyasilerin birbirini “yemek” için oluşturdukları bir “açık büfe”ye dönüşmesi… Farklı siyasi partiler, ülkeyi paylaşan topluluklar olmaktan çıkıp birbirinin varlığını tehdit gibi gören kapalı kabilelere dönüşüyor. Bu ötekileştirme eğilimi, aynı parti içinde de sürüyor: En küçük aykırı söze, en ufak eleştiriye tahammül yok. Eleştiren “hain”, soru soran “muhalif”, sorgulayan “bizden olmayan” ilan ediliyor.Siyaset, bu yönde emsallerinin verdiği düşünülen meşruiyete dayandırılarak her yeni gün, tutarlılıkların olmadığı ve üstelik aranmadığı bir kırkyama yorgana dönüşmış; başka bir hayat, daha âdil bir dünya mümkün olmadığı kadar hayâl dahi edilemez, denmiş ve yasaklanmış sanırsınız bize.
Öyle bir ülkede yaşar olduk ki adaleti yitirdik. Adalet gücün hizmetine girdi. Adalet insanına, kimden olduğuna bakılarak dağıtılır oldu. Eğer gücün, güçlünün, muktedirin yanında değilsen, baştan kaybettiğin, yenildiğin bir ülkede yaşar olduk. Tahliyeniz cezaevinin çıkış kapısına kadar sürebilir ve kapılar yeniden ve tekrar üstünüze kapanabilir… Hiç şaşırmayın! Çünkü bütün bu olup bitenler yasaldır… Sistemin yasaları uygulanmaktadır! Katiller sokakta dolaşırken iki kelime eleştiri söyleyenin, “yanlış yoldasın” diyenin, yeşili, doğayı savunanın yolu zindana çıkar oldu. İki, kişiyi, üç kişiyi, dört kişiyi öldürenler, birini daha öldürdüklerinde haberdar oluyoruz, ortalıkta serbestçe dolaştıklarından. Kanlı katillerin salıverildiği, domuz bağıyla adam öldürenlerin, canları diri diri yakanların affedildiği Türkiye’de iki slogan attılar diye gençlerin hayatı karartılıyor. Faili meçhullerin, herkesin bildiği meçhul olmayan failleri ortalıkta kahraman gibi dolaşıyor. Kadın cinayetleri (Üniversite kampüslerinde bile !) bitip tükenmek bilmiyor, ölmemek için yürüyüş yapmak isteyen kadınlara ters kelepçe takılıyor, biber gazı sıkılıyor gözlerine, dayak yiyorlar şehrin en kadim caddesinde ve bu hiç bitmeden sürekli tekrarlanıyor.
***
Dostoyevski’nin de belirtiği gibi: “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı: duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?”
Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümünden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes, kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanları isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.
Yola çıkarken “Biz millete efendi olmaya değil, biz millete hizmetkar olmaya geliyoruz”. Çünkü biz “Her şeyin temeli insandır, siyaset de insanın huzur ve mutluluğu, refah ve esenliği için yapılmalıdır. Artık siyasetin amacı belli kişi ve partilerin geleceğini garanti altına alma uğraşı olmaktan çıktı. Biz ilkleri başardık ülkemizde.” diyen (Bkz : Başbakan R.Tayyip Eerdoğan’ın 3 Ekim 2009 AK Parti 3. Olağan Büyük Kongresindeki Konuşması), yirmi bu kadar yılda siyasal İslamcıların iktidarı bizi nereye getirdi?
Yıkıcılık sanki insanın özelliği gibi duruyor. İktidar ve güçten pay almak uğruna insan kendisine ihanet ederek şiddete dayalı bir yıkıcılık içinde ölümcül edimlerini gerçekleştiriyor. İktidar ve para-mülk edinme hırsı, insanlığı tehdit ediyor. İktidara aç insanlar yıkıcılığı göze alıyorlar. İnsallaşmanın/İnsan olmanın güzel değerleri, kavramları, duyguları, avucumuzdan kayıp giden kum taneleri gibi. Erdem, mertlik, tevazu, diğerkamlık, dürüstlük, şefkat toplumumuzda yok oluyor. Sadece, siyasal öç alma, göz dağı verme davası olduğu apaçık görülen İBB davasında ve benzerlerinde yapılan işkence sadece fiziksel olarak vücuda yapılan değildir. Ortada henüz iddianame yokken suçlananları aylardır cezaevinde tutuluyor, sonuçta da alay edercesine binlerce sayfalık iddianamelerle insanları yıllarca özgürlüğünden yoksun kılmak tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. Böylece onlarla birlikte ailelerini, yakınlarını da yasaya olduğu kadar vicdana aykırı gerekçelerle cezalandırmak da işkence suçu işleniyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana kıyaslandığında mahpus sayısında 7 kat artış gözlemleniyor. 23 yıl önce 59 bin 429 olan mahpus sayısı, bugün 420 bin 904’e ulaştı. Ülkemizde bu gün örgüt üyeliği vb. suçlamalarla kuyu tipi denen zindanlarda kimileri yıllardır ölüme terk edilmiş insanların sayısını bilen var mı?
Acı karşısında gösterdiğimiz korkaklık acıyı yaşamamızı ve algılamamızı engellerken, düşünmeye cesaret edememekten, sorumluluk almaktan çekinerek şiddete karşı kayıtsız kalıyoruz. Toplumumuzda adalet ilkesinin yerini maalesef istikrar ihtiyacı almıştır. Toplumumuz adalete yabancılaştığı gibi, toplumsal bünyemiz de, büyük çelişkilerle yaralanıyor. Sahip olanlarla, olmayanlar arasındaki mesafe gittikçe büyüyor. Bütün bir toplum ülke tarihinin en büyük bölüşüm şoklarından birini yaşıyor. En zengin yüzde 10’luk kesim toplam servetin yüzde 75,6’sına sahip; geriye kalan 24,4’lük payı ise toplumun yüzde 90’ı paylaşıyor. Tüm bunları iktidarın iş bilmezliği ya da beceriksizliği nedeniyle yaşamıyoruz; yaşadıklarımızın gerisinde zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan bir program var. Çoğu ilişkiyi kurtarma adına hemen hiçbir adım atılmadığı, dahası “Gidene ağam, gelene paşam” anlayışının hâkimiyet kazandığı ve insanların adeta haraç mezat satılıp bir çırpıda harcandığı bir zamanda yaşıyoruz. Sahip olanların kibri yüzünden, görgüsüzlükleri, kabalıkları yüzünden kendilerine ulaşamıyoruz. Üzerinde odaklanılması gereken ağır sorunlarla, ilkesel sorunlarla ilgilenilmesi gerekirken, ya tek bir konu ile ya da güncel politik sansasyonla oyalanıyoruz.
***
Yani diyeceğim, artık vicdan mahkemesinde, ülkemi ve milletimi bu günlere getirmekten sanıksınız. Hukuk, siyaset tarafından yeniden dizayn edildiği dönemlerde adalet terazisini istediğiniz gibi ayarlarsınız belki. Ama toplumun vicdanının oluşturduğu mahkemede kararlar kesindir, adildir ve itiraz mercii yoktur..
Bedenen uzaktaki ülkemde olmasamda zihnen orada’yım. Bütün bunlara sebep olanlardan daha çok, kendinden olmayana yapılan zulmü meşrulaştırmaya çalışanlara, her gece televizyonlarda bir yalan dünyanın tiyatrosunu oynayanlara, görüp de bana dokunmuyor ya, diye sesini kısıp kafasını kuma gömenlere kızıyorum.
- yüzyıldan gelen Muhyiddin Abdal’ın seslendiği:
İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Sözleri yüreğimi dağıtıyor. Gözlerim yaşarıyor, memleketim için içim acıyor.
Yazıyı Tunus’lu şair Aboul-Oacem Echebbi’nin sözleriye bitireyim :
Eğer, halk bir gün yaşamaya karar verirse,
Kader mutlaka bu iradeye uyacaktır.
Gece aydınlanacak,
Prangalar kırılacaktır.
Yaşama özlemiyle yanıp tutuşmayanlar,
Atmosferinde buharlaşıp yok olacaktır.
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 12 Aralık 2025

YORUMLAR