Türkiye coğrafyasının bu çok dinli ve çok kültürlü şehrine dair yazılanlar, nefes alıp verişe anlam katmaya devam ediyor. Kattığı her anlamda ‘uyanın’ diye de fısıldıyor, ‘uyanın’ ve ‘fark edin’ diye de ekliyor.
Kimi şehirler için şiirler yazılmıştır, hatta romanlar… Nazım Hikmet bile demiştir hani… “Sen şehrimsin… En güzel ve en acılı… Sen, bir imdat çığlığısın-yani memleketimsin… Sana doğru koşan adımlar benim…” İşte o memleket hikâyeleri adına kaleme alınmış belki de en keyifli yazılardan biri, Hukukçu-Akademisyen, aynı zamanda bir Antakyalı olan Neval Oğan Balkız’a ait…
Bu şehre olan sevgisi üzerine yazmış Balkız, ‘Sizlerle de paylaşmak istiyorum’ derken ki coşkusuyla yazmış. Düne dair bir yazı olsa da, okunan her kelimesi arasında gezinirken, aslında ne kadar derinden nefes alıp veren bir kentte yaşadığınızı fark ettiriyor size. Adeta ‘uyanın’ diyor ve yaşadığınız bu şehir için ‘kalkıp bir şeyler yapın’ diye de ekliyor.
“Zamanın Sihirli Büyücüsü, Antakya…” başlığında kaleme alınan yazıyı kısa ara başlıklarla vermek istedik sizlere… Her ara başlıkta kısa molalar verip, nefeslenmek istedik ve her nefeslendiğimiz arada durup düşünmek…
Başlayalım mı? Neval Oğan Balkız, Antakya adına konuşsun, kendi kelimeleriyle kendi şehrini fısıldasın…
–Doğunun Tanrıçası-
Sabahın nemli buğusunda bir bulut tarlası sanki Amik… Güneşin ilk ışıkları buğuyu aralıyor… Silpius Dağını (Habibi Neccar) kendine elbise edinmiş, ayaklarını nehir ilahı Orontes’in (Asi Nehri) dalgalı sularına uzatmış, başını surların taçlandırdığı doğunun gizemli tanrıçası Antiochia (Antakya), karşımızda…
-Mağrur bir ilahe-
Tyche heykelinde tasvir edildiği gibi mağrur bir ilahe… Tarihi M.Ö. 300 yıllarına dayanan Seleukos İmparatorluğu’nun son başkenti. Antik Çağın ticari, askerî yollarının kesişme noktası. M.Ö. 42’de, Roma ve İskenderiye’den sonra dünyanın üçüncü büyük kenti. Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Haçlı, Memluk ve Osmanlı uygarlıklarına yurt olmuş, 1939’da Türkiye topraklarına katılmış, gönül zengini ev sahibesi… Sarayları, hamamları, mabetleri, köprüleri, malikâneleri ve doğal güzellikleriyle kibirli bir lüks ve ihtişamı; katliamları, istilaları, deprem ve yangınları ile gözü yaşlı bir sabrı tarihinde birleştirmiş, olgun yas tutucu.
İsa Mesih’e inananların Hıristiyan adını aldıkları ilk coğrafya. Petrus ve Pavlos’un, Barnabas’ın vaazlar verdiği, İncil’de adı geçen, insanlığın Cilalı Taş devrine dayanan yerleşim öyküsünün gizemli taşıyıcısı.
-Bir şehir öyküsü-
Antakya’da, bu öykünün gölgesinde rüzgârın kendine açtığı yolu izleyerek, birbirine açılan sokaklarda gezersiniz. Kokuları ve sesleri iç içe geçmiş, renkleri bir olmuş kültürlerin; eski ile yeninin, yaşanılan ile özlem duyulanın aynı zamana sığdığı bir kavşakta bulursunuz kendinizi daima… Her sokak başı, kayıp zamanlardan tanıdığınız yeni bir eskiyi serer önünüze… Heyecanlanır, kendinizi tanıdık eskinin bugüne ışınladığı bir kahraman gibi hisseder, keşfe çıkarsınız. Bu keşifte, Antakya, gözlerinizin tanıklığında ruhunuza siner, coğrafyası yüzünüz olur. Nur Dağları, Akdeniz rüzgârının karıştırdığı saçlarınızdır artık. Asi Nehri’nin kıvrımları ağız çizginiz, Amik Ovası’nın yeşili gözlerinizin haresi oluverir.
-Omuz omuza-
Ardından, tarihte ışıklandırılmış ilk cadde olarak anılan Kurtuluş Caddesi’nde bulursunuz kendinizi. Üç semavi dinin mabetleri; cami, kilise ve havranın yan yana, omuz omuza sıralandığı, güncel olanın mistik olan ile ahenkli karışımının atmosferine girersiniz.
Adımlarınız, sizi; M.S. 638 yılında, Antakya’nın Arap Müslümanların eline geçtiği dönemde inşa edilmiş ve Kur’anı Kerim’de de anlatıldığı üzere, Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda ölen bir Antakyalının (Habibi Neccar’ın) adı verilen, avlusunda Müslüman din adamları ile Hıristiyan azizlerinin mezarlarının bir arada bulunduğu camiye götürür. Farklı olanların barış ve saygı içindeki birlikteliğini görür, gelecek için umutlanırsınız.
Gölgenizin düştüğü taş kaldırımları izleyerek Katolik Kilisesi’ne gelirsiniz. 1852 yılında kurulan bu kilisenin taş avlusunda dinlenir, bu güzel yapının dinginliğinde ibadet yerlerini gezer, konuksever görevlilerin ikram ettiği şerbeti yudumlar, yolunuza koyulursunuz.
-Adım adım –
1700 yıllarından beri Musevi cemaatinin ibadetlerini yaptıkları Havra da yolunuzun üzerindedir. Burada bulunan ve beş yüz yıllık bir geçmişe sahip, ceylan derisi üzerine İbranice yazılı Tevrat hakkında bilgi alır, zenginleşir; Arnavut kaldırımlı dar Antakya sokaklarından, o sokaklara açılan fıskiye havuzlu, geniş avlulu geleneksel mimarinin son örneklerini oluşturan evlerin önünden geçerek, yapıldığı dönem itibarıyla Antakya’nın en eski camisi olan ve Memluk dönemi eseri kabul edilen Ulu Cami’ye varırsınız. Taş oymalı minaresinin gölgesindeki güzel şadırvanda su içer, güvercinlerin ötüşlerinin eşliğinde taş avluyu geçer, tarihi Uzun Çarşı’ya yönelirsiniz.
-Yaşanmışlığın anıları-
Çarşının mistik havasına karışan hoş kokuların peşinden, künefe ve taş kadayıf ustalarının olduğu yere gelirsiniz. Ünlü Hatay künefesinin lezzet sırlarının saklı olduğu marifet inceliklerini, hamurun ateş sacında ince şeritler oluşturmasını, kıvamında kavrulmasını, ilgiyle ve biraz da iştahla izler, restore edilmiş güzel bir eski Antakya Evi olan restoranın merdivenlerini aynı iştahla hızla çıkar, saklı bir ihtişamın çağdaş bir anlayışıyla sıcak bir atmosfere dönüşmüş ortamında bulursunuz kendinizi. Yaşanmışlığın ağırbaşlı anılarını yansıtan eski Antakya resimlerinin süslediği duvarların taşlarına elinizi dokundurur, geçmişte burada yaşayanları selamlarcasına sıcaklık hissedersiniz.
-Yöre çocukları-
Antakya’nın iki kilometre kuzeydoğusunda, Reyhanlı karayolu üzerindei Habib-i Neccar Dağı’nın uzantısı olan Haç Stauris Dağı’nın eteğinde, dünyanın ilk kaya mağara kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’ne uzanır yolunuz.
Hz. İsa’nın ölümünden sonra, havarilerinden olan St. Pierre’nin telkinlere başladığı ilk yer olan kilise; o dönemlerde Hıristiyanların olası tehlikelerden kaçmasını sağlayan ve dağın öbür tarafına açılan kaçış yolları ve dehlizleri ile oldukça etkileyici bir konuma sahip. 1983 yılında Papa VI. Paul tarafından Hıristiyanların hac yeri olarak kabul edilen Kilise’de her yıl 29 Haziran günü, yurtiçi ve yurt dışından gelenlerin yoğun katılımıyla St. Pierre Bayramı kutlanmakta olduğunu, size rehberlik etmeye çalışan muzip yöre çocuklarından öğrenirsiniz.
Kilise’nin yakınında, Seleucos I.Nikator’un tarafından kurulan Antakya Kalesi ve on iki kilometre uzunluğundaki, üç yüz altmış kuleden oluşan surları gördüğünüzde, kenti bir gerdanlık gibi saran bu surlarda yaşanan çatışmaları düşünür, kente doğudan geçişi sağlayan demirkapı kalıntıları önünde kendinizi zamanın tüccarları gibi hissedersiniz.
Dağın zirvesine doğru yönelir, esintiyi arkanıza alır, karşıda Amonos dağlarının koyulaşan görüntüsünün önünde altın gibi parlayan Asinin nazlı süzülüşü ile yeşilin muhteşem karışımından oluşan armoniyi izlemeye koyulursunuz.
-Harbiye’nin sihri-
Zamanın bu sihirli büyücüsünün sizi sarmaladığı gün başlangıcında, çağlayanlar bölgesi Harbiye (mitolojik ismiyle Dafne) beklemektedir sizi. Asırlık çınar ağaçlarının gölgelediği, yeşilin tonlarının birbiriyle yarıştığı, ufukta görünen Akdeniz’e göz kırpan bu esintili tepelerin kucağındaki vadi, Helenistik ve Roma döneminin dünyaca ünlü sayfiye yerlerinden biri.
Zamanın zenginlerine ait köşklerin, malikane ve tapınakların önemli su kemerlerinin ev sahipliğini yapan bölge, günümüzde; lüks otelleri, eğlence mekanları, akan şelale ve suların bahçelerini süslediği temiz aile işletmeleri, restoranları, çay bahçeleri ile bölgenin yerli ve yabancı turistlerinin en önemli uğrak noktası.
Ulu çınarların gölgelediği vadiye uzanan yolu inmeye başladığınızda, çam, incir ve zeytin ağaçlarının kokusunu size taşıyan rüzgar saçlarınızı karıştırır, büyüklü küçüklü şelalelerin uğultuları arasında su zerreciklerini yüzünüze taşır, serinliğin verdiği hoş bir ürpertiyle, kendinizi suyun içine kurulmuş masaların dizili olduğu bir bahçede bulursunuz.
Ayaklarınız suyun içinde, önünüze gelen tatların keyfini çıkarırsınız. Asırlık çınar ve defne ağaçlarının kapladığı gökyüzünde zaman asılı kalır sanki. Bu anı hafızanıza yazarak, yörenin el dokuması ipeklerinden, heykel ve mozaik atölyelerinin ürünlerinden alır, ustalığa hayran kalırsınız.
-Eşsiz bir yapı-
M.S 1. Yüzyılda, sel sularını yönlendirmek, limanın dolmasını ve su baskınlarını önlemek amacıyla Vespasianus’un başladığı ( M.s 69 ) ve oğlu Titus’un tamamlamış olduğu; yüz otuz metresi kapalı, diğeri açık olmak üzere; bin üç yüz seksen metre uzunluğunda, yedi metre yüksekliğinde, altı metre genişliğindeki tünel (Titus/ Vespasyanus Tüneli ), eşine az rastlanır bir yapı.
Tünelin deniz yönündeki girişini izleyerek; duvarları korumak istercesine kaplayan sarmaşıkların çizdiği desenleri, renk değiştiren kayaları ve daralan kısımlarında güneşin oluşturduğu renk harelerini izleyerek, gizemli bir yolculukta bulursunuz kendinizi. Tüm ihtişamını koruyan bu tünelin üstünde, antik kesme taşlardan oluşan küçük geçiş yolları ve köprüler ise görülmeye değer. Tünelin deniz tarafındaki girişinden sağa dönüp, defne, akasya ve iğde ağaçlarının dizili olduğu patikayı izlerseniz, yüz metre ilerde, Anadolu kaya mezarlarının en güzel ve bozulmamış örnekleri karşılar sizi. Yüksek ve kayalık yerlere oyularak yapılmış, sıra sıra mezarların, içi içe dizildiği geniş mağaralar (beşikli mağara)…
-3 kez-
Dönüş yolunda kıyı şeridini izler, Hz. Hızır ile Peygamber Hz. Musa’nın buluştukları ve denize açıldıkları yer kabul edilen; Alevilerin, Sünnilerin ve Hıristiyanların kutsal saydıkları Hızır Türbesi’ne varırsınız. Türbe, beyaz kubbesi ile sizi karşılar. Yerel ritüele uyarak etrafını üç kez tavaf ederseniz, sizi sevdiklerinize kavuşturacağına ve kazalardan koruyacağına söz verir! Sıcak bir ev sahibi gibi uğurlar sizi.
-Musa dağı ve Vakıflı-
Sıralı lokanta ve pansiyonların önünden Musa Dağı’na doğru yönelir, Kapsuyu Köyü civarında bulunan ve antik kentin kral mabedi olarak anılan Dor Mabedi kalıntılarını gezersiniz. Ardından da, Türkiye’nin tek (kalmış) Ermeni Köyü olarak adından sıkça bahsedilen Vakıflı’ya doğru yola koyulursunuz. Bir yanı ile incir, portakal, mandalina, kaysı bahçelerinin muhteşem görüntüsü, diğer yanıyla Akdeniz’in uçsuz bucaksız maviliğiyle sarmalanan bu köyün geniş caddeleri, bakımlı güzel evleri, şirin kilisesi ve güzel dost insanlarıyla karşılaşırsınız. 1875 yılında kurulmuş olan ipek fabrikası binasının restore edilmesi ile dönüştürülen Kilise’yi gezer, bahçesindeki çamların gölgesinde dinlenir, birbirinden güzel kokuların ve okşayıcı meltemin serinliğinde, Franz Werfel’in bu yöreyi ve insanlarını anlattığı “Musa Dağı’nda Kırk Gün” romanın kahramanlarını arar, karşınızdaymış gibi onlarla sohbet eder, özlersiniz. Köy halkının ürettiği organik meyvelerden yapmış olduğu (özellikle patlıcan, ceviz ve portakal reçellerden), likörlerden, defne sabunlarından, bolca alır, bu anı da gideceğiniz yere taşımak istersiniz.
Köy halkı bu heyecanınızı görür, her yıl Ağustos ayı ortalarında, çeşitli ülkelerden gelen konukların katılımıyla oldukça görkemli kutlanan geleneksel Üzüm Bayramı Festivali’ne davet edilirsiniz. Sıra sıra dizili kazanlarda pişen keşkekin (Hırisi) kokusu burnunuzda, kol kola çekilen halayların teri alnınızda, birlikte söylenen türkülerin tınıları kulağınızdadır artık. Geleceğe taşınan umudunuz çoğalır. Yola koyulur, Hıdırbey Köyü’ne gelirsiniz.
-Bin yıllık-
Çağıldayarak akan buz gibi sulara geniş kocaman dallarını uzatarak serinlemekte olan bin yıllık çınar (Musa) ağacının gölgesinde çaylarınızı yudumlarken, Hz. Musa’nın ölümsüzlük suyu ile yeşeren asası olduğu efsanesinin kahramanı, gövdesinin çevresi otuz beş metreyi bulan bu tabiat harikasının ihtişamı karşısında, büyülenirsiniz.
Altı kilise, üstü cami olan mabedi ile ünlü Yoğunoluk Köyü’nü ziyaret eder, Antakya yönüne doğru dönerken, Aknehir Beldesi yol ayırımından bir tepeye doğru yol alırsınız. Asi Nehri’nin beslediği bu bereketli topraklarda, yeşilin her tonun iç içe geçtiği pastoral bir tabloda yol alıyor izlenimine kapılır, doruğa varırsınız. MS.6. yüzyılda yapılmış, Terki Dünya Tarikatı’nın en önemli temsilcisi kabul edilen St.Simon’un adını taşıyan bir manastırdasınız.
Bu kişinin, bir sütun üzerinde kırk yıl yaşadığı kabul edilen yer olarak ün yapan Manastır, sekiz köşeli bir avlunun ortasında doğal bir kayadan yapılmış bir sütunun bulunduğu, kiliseler ve müştemilattan oluşan, doğu batı ekseninde haç biçiminde bir yapı.
Güneşin ilk ışıklarını karşılamanın keyfiyle, keşifçi ruhunuzu yoldaş ederek, Reyhanlı’ya doğru yola çıkarsınız.
Reyhanlı karayolunun yirmi ikinci kilometresinde Tell Atçana Höyüğü karşılar sizi. MÖ.15 ve 19 yüzyıla ait saray ve tapınak kalıntılarının bulunduğu antik Alalah şehridir burası.
-Tuzdaki lezzet-
Burada bulunan ve yeşil bir nazar boncuğunu andıran Yenişehir Gölü kıyısında bir lokantada dinlenir; zümrüt yeşili suların, salkım söğütlere söylediği müziği dinler, yörenin ünlü yemeği tuzda pişmiş tavuk ile keyifle karnınızı doyurur, Reyhanlı- Halep asfaltına yönelirsiniz.
Uzakta bir kule size seslenmektedir. Gölgenizi alır, yola koyulursunuz. Karşınızda, kırmızı sarı kesme taşlardan yapılmış Kasr-el Benet (Kızlar Sarayı) durmaktadır. Bizans dönemine ait yapıda, kare planlı yüksek kulenin kuzeyinde, nişler içerisine yerleştirilmiş çeşitli oda ve mezarlar ile su deposu ve güneyde bir kilise kalıntısı bulunuyor.
Yolunuza devem eder, Cilvegözü sınır kapısına varırsınız. Sınırın öte yakasındaki topraklara bakar, bu kapının yine barışa açılacağı zamanları diler, Yarseli Barajı’na doğru yol alırsınız. Güneşin rengini almış bu kırmızı toprakların, emekle yeşilin her tonuna bürünme serüvenini düşünür, bu sihirli dokunuşu kutsar, İskenderun yoluna döner, Bakras Köyü’ne ulaşırsınız.
Kızıldağ eteklerinde, dizi ve filmlere de mekan olan bir kale karşılar sizi. Bizans dönemi tarzına ait bu yapı, haçlılar döneminde Antakya Prensliği’nin en önemli savunma noktasını oluşturmuş. Büyük bir iç avlu, kışlası, zindanları ve ayakta kalmış kuleleriyle görülmeye değer bu yaşlı tanığı belleğinize konuk eder, Antakya ‘ya doğru yola çıkarsınız.
Akdeniz ışıltılıdır şimdi… Işıltıya kapılır, Samandağ yönüne ilerlersiniz, Çevlik’i geçer, Amanos dağlarının denize hınçla inen yarlarının görüntüsünden biraz ürpererek, tatil beldesi Arsuz’a varırsınız.
Bir çay ağzında ve Seleukos döneminin Rhosus antik kenti üzerine kurulu bulunan bu şirin belde; yoğun yeşil doğasıyla, Kleopatra’nın yüzdüğü söylenen temiz ve güzel plajları, lezzetli yemekleri ve renkli gece hayatıyla sizi beklemekte. Çay bahçelerinden birinde dinlenir, sazlıkların gölgesinin düştüğü sulara bakar, yorgunluk atarsınız.
Tamer Yazar